Bölüm II

21 1 0
                                    

Beynimi olabildiğince zorladım. Şifresi ne olabilirdi ki?
Doğum günü? Hayır.
Okul Numarası? Hayır.
Adı-soyadı? Hayır.
1111 gibi basit bir şey? Hayır.
Her yanlış denemede tükenen sabrım ile sesli bir nefes verdim. "Bu belleğin Melisa'ya ait olduğunu düşünüyorsun. Diyelim ki haklısın, sana bunu gönderen o olamaz. Denemelerini Melisa'ya göre yapman büyük aptallık, bilmem farkında mısın?" dedi Mete, yanıma geçip bilgisayarı eline alırken.
Haklıydı. Gözlerimi yumup arkama yaslandım. "Yani içinde ne olduğunu öğrenmek için şifreye ihtiyacımız var. Hacker bir arkadaşımız olmadığına göre şifreyi çözmek için gönderen kişiyi bulmalıyız."
"Bugün yine zehir gibisiniz Mete bey. Maşallah." gözlerimi açtım. "Kimin gönderdiğini nasıl bulacağız peki?" Yüzümü ona çevirerek konuştum.
Bilgisayarın kapağını kapayıp benimle aynı şekilde arkasına yaslandı.
Göz göze geldiğimizde es vererek biraz yüzüme baktı. Sonrasında "Bilmiyorum." diyerek doğrulup ayağa kalktı. Üstünü silkeleyerek köpüklerin yanına ilerledi. "Şunları ablan gelmeden toplayalım istersen. Kalanını sonra düşünürüz." Omuz silkerek ona boş boş bakmaya devam ettim. Gözlerini devirip tek başına köpükleri kutunun içine atmaya başladı.

***

Ne kadar olduğunu saymadığım bir süre içerisinde köpüklerin tamamını toplayıp odama bıraktı. Tekrar yanıma geldiğinde sormam gereken bir soru olduğunu fark ettim. "Sen neden gelmiştin?" Sorunun cevabı tamamen kafasından uçmuş hatta göç eden kuşların arasına saklanmıştı. Bir kaç saniye saçlarını karıştırıp düşündü. "Heh, şey için geldim. Şu tiyatro seçmeleri için. Ceyda Hoca özellikle rica etti bak söz de verdik zaten. Katılmamız lazım." Sıkıntıyla nefes verdim. İtiraz edemezdim çünkü zaten bir söz verilmişti.
Yıllardır değişmeyen kanundu bu. Ceyda hoca gelir neredeyse yalvararak bir kaç kişiyi zorla sahneye çıkmak için ikna etmeye çalışır. Tuhaf bir şekilde herkes bunu -televizyondaki yıldızlara özenmiyorlarmış gibi- "rezillik" olarak görürdü. Hocanın ısrarına dayanamayan bir kaç kişi ile kimsenin izlemediği bir gösteri düzenlenirdi. Bu yıl ise piyango bize vurmuştu.
  "Seçmeler ne zamanmış?" diye sordum. "Ne seçmesi ya, zaten 5-6 kişi falanmışız. Pazar günü gelin konferans salonuna kendi aranızda rolleri paylaşın dedi." Sıkıntıyla nefes vererek koltuğa oturdu. "Ne kadar sanatsal bir gösteri olur hayal bile edemiyorum(!)" diye ekledi.
"Sorma..." gözlerimi devirdim. O koltuğa iyice kurulurken gözüm saate gitti. 8.15 babamın gelmesine aşağı yukarı 15 dakika vardı. "Paşam keyfin pek yerinde ama gitme zamanın geldi." Kolundan çekiştirip zorla ayağa kaldırıp kapıya kadar süreklemeye çalıştım. "Ayol çekiştirmesene, ben kendim giderim hanımefendi dokanmayın bana!" Diyerek kolunu kurtardı ve dediği gibi kendi ayaklarıyla kapıya doğru ilerledi. "On gibi buluşur gideriz o zaman."
Başımla onayladım, o kapıdan çıkarken. "Sürekli kapıma dayanmak yerine mesaj atmayı öğren artık." merdivenlerden inişini izlerken diyerek bağırdım. Ardından kapıyı kapayıp mutfağa yöneldim. Ablam gelmeden sofrayı hazırlamam lazımdı.
Anne-babamızı uzun zaman önce bir kaza sonucu kaybetmiştik ve o günden beridirde tüm yük ablamın omuzları üstündeydi. Kendimi bildim bileli en büyük isteği polis olmaktı ve bu uğurda gerçekten çok çalıştı. Pes etmemesinin karşılığında iyi bir komiser olmaya her gün bir adım daha yaklaşıyordu. Fakat bu konuma gelene kadar bir yandan hem bana hem kendisine bakmak için çok zor zamanlar geçirmek zorunda kaldı. Ben de elimden geldiğince yük olmamaya çalışsam da bazen bazı şeyler elimizde olmadan gerçekleşir ve bir girdabın içinde boğulmaya başlarız. Bu zamanlarda kurtulmaya çalışırken etrafımızdakileri de içeri çekmeye başlarız. Ve lise yıllarımda ne kadar istemesemde ablama büyük sıkıntılar açmış bulundum.
Tüm bu düşünceler içerisinde çoktan mutfağa geçmiş ve ablam için ufak çaplı bir kahvaltı hazırlamıştım. Çayın demlenmesini beklerken zilin o iğrenç sesi tekrar evin içinde yankılanmaya başladı. "Hoş geldiniz kraliçem!" Kapıyı açıp vals vererek klasik karşılamamı yaptım. Ve o da her zamanki gibi ceketini suratıma atıp mutfağa ilerlemeye başladı.
Gözlerimi devirip yere düşen ceketini portmantoya asıp peşinden ilerledim. "Bak valla bir gün canıma tak edecek..." cümlemin devamını düşünürken aklıma hiçbir şey gelmeyince karşısına oturdum. "Hmm, naparsın canına tak ederse küçük hanım." dedi alayla bir yandan ağzına peynirden bir parça atarken. "Of tamam sus yemeğini ye!" attığı sert bakışı umursamadan kopardığım ekmeği reçele bandırdım. "Bak döverim seni!" diye çıkıştı bu sefer. "Biliyorum döversin, kafamda tek tel saç kalmayana kadar yolarsın hatta. Sustum." deneyimlenmiş ve onaylanmıştı.
Ufak atışmalarımız bittikten sonra bir süre sessizce kahvaltımızı yapıp açık birer çay ile biraz keyif yapıp normal sohbetimizi ettikten sonra uyumak için odasına çekildi. Ve ben tekrar oturma odasında tek başıma kaldım. Bir süre beynimden uzaklaşıp varlığını dahi unuttuğum belleğe gitti gözlerim. Düşünceler beni bu dört duvar arasında boğarken her ne kadar rahatsız etmek istemedem de tek kaçışım olan ablamın yanına gittim.
Çokta sert olmayan bir kaç vuruş ardından kapıyı araladım. Uykuya kendini teslim etmek üzere olan gözlerini bana çevirdi. Hiç bir şey söylemeden bir süre sadece baktı. Yüzümden bir şeylerin bana ağır geldiğini fark etmiş olacak ki sadece kollarını açıp beni yanına çağırdı.
Bu ana dünden razı olan ben hızlı adımlarla kendimi yatağına ve güvenli kollarına bıraktım. Kendimi bildim bileli kendimi en güvende hissettiğim yere güzelce kuruldum. Çenesini hafifçe kaldırarak başımı boynuyla omzu arasındaki boşluğa yerleştirdi. Ve ikimizde bedenlerimizi uykuya teslim ettik.

***

Telefonun sesi ve ablamın yarı uykulu sesiyle gözlerimi araladım. Komidindeki saat ile göz göze geldiğimizde saatin çoktan saatin onbir olduğunu gördüm. "Siktir geç kaldım!" Bir hışımla yataktan kalkıp kendi odama yöneldim. Şarjda olan telefonum susmuştu fakat Mete'den 12 cevapsız arama vardı.
Hızla dolabı açıp elime gelen ilk şeyleri üstüme geçirmeye başladım. Telefonum sesi tekrar sessiz evde yankılanırken Mete'yle uğraşmamak için sessize alıp arka cebime yerleştirdim telefonu.
  Saçlarımı adeta yolarcasına taradıktan sonra salaş bir topuz yapıp odamdan çıktım. "Abla benim biraz işlerim var, şu tiyatro meselesi. Ya yine ayakkabılarımı nereye koydun? Seninkileri giyiyorum, hadi görüşürüz."
  "Çok geçe kalma bak. Dışarısı serin montunu giy!" diye seslenmekle yetinip milyonuncu rüyasına geri döndü. Portmantodan gri hırkamı alıp hızla apartmanın merdivenlerinden inmeye başladım. Cebimde titreşmeye sürekli devam eden telefonun sebebi Mete karşımda dikilirken beni fark edince kollarını sitemle iki yana açtı. "Sonunda  be kızım! Neredesin sen ya? ağaç oldum beklerken."
"Uyuya kalmışım özür dilerim." Hırkamın önünü kaparken bir yandan okulun yoluna koyulmuştuk. Savunmama karşılık vermek yerine kolunu omzuma atmakla yetindi. Çokta uzak olmaya sevgili Hacı Halit Anadolu Lisesine kadar yürürken aklımda eski anılar depreşmeye başladı. Eskiden de bu yolu her sabah Mete ile birlikte yürürdük. Neredeyse hiçbir değişmemişti ama eksikti. Melisa yoktu, eski neşe yoktu. Ama en acı tarafı bizi ondan ayıran ölümü değildi. O artık başka bir yoldan gelmeyi tercih etmeye karar vermişti ve bizde onu geri çağırmadık. Belki çağırsaydık hiçbir şey böyle olmazdı; yanında oldaydık, içini dökmesine izin verseydik belkide yanmazdı köprüler en önemlisi belkide intihar etmeye kalkışmazdı.
Gözlerim tekrar dolmaya başladığında çoktan bahçenin kapısından içeri girmiştik. Mete fark etmesin diye hızla gözlerimi sildim. Giriş kapısının üstündeki koca yazılara bakan gözlerini bana çevirdi. "Hiç değişmemiş,ha?" Başımla onaylayıp buruk bir gülümseme takındım. "Umarım içindekiler değişmiştir." Demekle yetindim. O sırada Ceyda Öğretmenin her zamanki neşeli sesi bahçede yankılandı. "Çocuklar!" Onun bu enerjik hali bize kendimizi hep çok iyi hissettirirdi. Buruk tebessümün yerini koca bir gülümseme alırken adeta koşarcasına yanına ilerledik. Önce bizi bir süzdü. "Hiç ayrılmamışsınız, ne güzel."
'12 yıldır bir an bile ayrılmadık hem de!' diye geçirdim içimden. "Her neyse. Biraz geç kaldınız ama ben diğerlerine olayı anlattım senaryoyu da bıraktım. Önemli bir işim çıktı gitmem lazım. Onlar size anlatır." Ellerini omuzlarımıza koyup gülümsedi "Çok teşekkür ediyorum çocuklar, beni kırmadığınız için." Ardından her zamanki telaşlı hareketleriyle yanımızdan ayrılıp arabasına doğru gitti. Bizde en alt kata, konferans salonuna doğru ilerledik. Her adımda başka bir anı canlandı gözümüzde. 5 dakikalık yolu eski anıları yad ede ede neredeyse yarım saatte indik. Ve sonunda o büyük kapı karşımıza çıktı. "Sence başka kim kabul etmiştir?" Diye sordum. "Bence... bilmiyorum kimse bizim kadar iyi değil, belki Mehtaplar falan kabul etmiştir. Hani şu Ceyda Hoca'nın dibinden ayrılmayan alt sınıflar vardı ya, Mehtap, Duygu, Nazlı."
"Vay isimleri de ezberinde!"
"İsim hafızam iyi sadece..." Alayla karışık bir tavırla, "tabii canım kesinlikle ondan!" dedim, kıkırdayarak kapıyı aralayıp içeri daldım. Fakat gördüğüm manzara üç saniye önceki keyfimi tamamen kaçırmıştı.
  "Bunların burada ne işi var?!"

———————————————-
Merhabalar sevgili Wattpad halkı. Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Beğenmeyi ve yorum yapmayı unutmayın!!!
<3

KÖRHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin