İçeri uzun boylu bir erkek girdi. Bu erkeğin kim olduğunu biliyordum. O prensti. Onu gördüğüm an elim ayağıma dolaştı ve mücevherleri çok hızlı bir şekilde çıkardım. "Özür dilerim ben sadece.." derken "Çalmadığın sürece sıkıntı yok." dedi itici bir gülümsemeyle. Teşekkürler dercesine kafamı salladıktan sonra temizliğe devam ettim. Prensin odadan çıkmasını bekliyordum ama o aksine odanın her köşesini dolaşıyordu. "Burası benim odam, o mücevherleri de anneme almıştım. İlk takan sen oldun. Merak etme kızmadım hatta çok yakıştı." dedi birdenbire. Hiçbir tepki vermeden işime devam ettim çünkü ne diyeceğimi bilemiyordum. Prensin benimle konuşacağını düşünmemiştim. "Sen yenisin sanırım, daha önce hiç görmedim seni" dedi. Of bu neden benimle konuşmaya çalışıyordu ki? İşime odaklanamıyordum çünkü bu beni cidden rahatsız ediyordu. Sanane diyesim geliyordu ama bunu dersem kovulur bir de evde bunun için güzel bir dayak yerdim. "Evet yeniyim" dedim sessizce ve umursamazca çünkü eğer umursadığımı düşünürse konuşmaya devam ederdi. Tek istediğim şuan susup odadan çıkmasıydı. Belki iyi biriydi ama ben hep zenginleri egolu, ukala, herkesi aşağılayanlar olarak gördüm, yani bana böyle öğretildi. "Biliyor musun, ben hep yalnızım. Hiç arkadaşım olmadı, sevgilim de."
Ne demeye çalışıyordu bu? Üzülmüştüm fakat demeye çalıştığı şeyi anlayamadım. "Benim de pek olmadı, arkadaşım yani" dedim.
Yine o itici gülüşüyle "Sevgilin?" diye sordu.
Bunu soracağını tahmin etmiştim. Ne diyecektim ki şimdi ben? Sevgilim olmadı çünkü hemcinslerimden hoşlanıyorum ve ailem bunu duyarsa beni öldürür mü diyecektim.
"Sevgililerim oldu" diye yalan söyledim. Sanki yalan olduğunu anlayacaktı, ayrıca ben burada sadece çalışanım böyle şeyler onu ilgilendirmemeli. "Ne güzel.." dedi içini çekerek ve bana uzun uzun baktıktan sonra odadan çıktı.
Bir süre sonra koşarak annem yanıma geldi ve bağırarak "Sen benden izinsiz nasıl gidersin? Ne yapıyordun burada, prens ile mi flörtleşiyordun?" dedi. O an anne tam tersi ona çok gıcık oldum diyesim geldi ama bunu diyemezdim. "Hayır anne beni prens buraya çağırdı. Annesine aldığı mücevherleri temizlememi istedi" diye yalan uydurdum. Bazen böyle pembe yalanlar söylemek zorundaydım yoksa kötü şeyler olabilirdi. Annem yüzüme doğru sinsice bakıp "Prens seni niye çağırdı, yoksa sana mı aşık olmuş?" dedi. Annem yine olayı tamamen yanlış anlamıştı, her zamanki gibi. "Desene prens damadım olacak! Aferin sana ilk defa doğru bir seçim yaptın!" dedi ve sanki bir şeyi kazanmış, onun zaferini kutluyormuş gibi mutlu oldu. Tam anlamıyla delirmek üzereydim ama anneme "Yok anne ne alaka ben sadece işimi yapıyorum, o da beni kardeşi olarak görüyor" dedim. "Peki öyle olsun bakalım" dedi ve işine devam etti. Burada çalışmak tam anlamıyla ölüm gibiydi. Sürekli koşuşturma içindeydik. O kadar fazla odalar ve eşyalar vardı ki bazen nereyi temizlediğimizi, nereyi temizlemediğimizi karıştırıyorduk. Neyse ki eninde sonunda bu yorucu gün bitmişti ve eve doğru yola koyulmuştuk. Yolu izlemek çok hoşuma gidiyor, öyle seviyorum ki bazen o yollar benim tek arkadaşım oluyordu. Çimenler rüzgarın esintisiyle dans ediyor, hayvanlar kendi dillerinde şarkı söylüyorlardı. Onları izleyen ben ise günün tüm yorgunluğunu onları izleyerek unutuyordum. Ben doğa aşığıydım. Eve asla gitmek istemiyordum çünkü orası karanlıktı. Işık vardı, aydınlıktı ama bana göre karanlıktı. İlgimi çekmiyordu. Beni boğuyordu resmen, boğuluyordum. İstesem de istemesem de orada yaşıyordum, anılarım vardı. Eve varmak üzereyken evlenen o eski sevdiğim kızı ve yanında kocasını gördüm. Benim gelişimi gördüğü an bana seslendi.
''Selam Hannah! Nereden geliyorsunuz?''
Cevap veremedim.. Onu artık sevmiyordum, sevmemeye çalışıyordum ama boğazımda düğümlenen o şey yine gelmişti. Bakakaldım mavi gözlerine, kocasının ona sarıldığı ele. ''İyi misin?'' diye sormasıyla kendime geldim. ''Kraliyet şatosunda çalışıyoruz. Bu arada çok yakışıyorsunuz.'' dedim buruk bir gülümsemeyle. ''Teşekkürler, darısı senin başına.'' dedi ve kocasına sarılarak evlerine doğru yürümeye başladılar. Ağlamamak için zor duruyordum. Ben onu sevmiyorum sadece kıskanıyorum ama bunun sebebini de bilmiyorum. Oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi hissediyorum. Kocasının bana tek bir kötü sözü olmadı ama ondan nefret ediyordum. Gözlerimden yaşlar akacaktı ki tuttum ve evin kapısını açıp odama girdim. Kapımı kilitledim ve gözlerim kızarana kadar ağladım çünkü ağlamak beni böyle durumlarda rahatlatıyor, bir terapiden daha etkili. Ailem ne olduğunu sorduğunda ise çok üzücü bir kitap okuduğumu söyledim. Genelde kitap okurken de ağlardım zaten bu yüzden inandılar.
Yaklaşık yarım saat sonra annem yemeğe çağırdı. Bu olaydan sonra canım bir şey yemek istemiyordu. Zaten yemek olarak muhtemelen patates, ekmek tarzında şeyler vardı. Başka yiyecek almaya paramız olmazdı. İşin en sevdiğim yanı orada evden daha iyi beslenmemiz. Kral ve kraliçenin artıklarını yiyoruz fakat onların artıklarını yemek benim için bir şey ifade etmiyor. En azından evdeki yemeklerden güzel yemekler yiyoruz. Etler, pastırmalar, sebzeler..
İşte çok yoruldum hatta ilk günden ağlayıp kaçasım bile geldi ama o yemekler, manzara, odalar, eşyalar, mücevherler sayesinde her şeyi unutuverdim bir anda. Sadece 'keşke' dedim. Keşke o hayat benim olsaydı..