t h r e e

127 37 28
                                    

Sürgülü camı aşağı doğru indirdiğimde içeri dolan temiz havayı içime çekebilmek için oturduğum yerde yükselip başımı ileri doğru uzattım. İç açıcı bir hava vardı dışarıda, güneş tepeye varmak üzere yolculuğa çıkmışken parıl parıl parlıyordu. Rüzgar da yok gibiydi fakat trenin etrafında kendi oluşturduğu hava akımı rüzgarmışçasına çarpıyordu yüzüme, ferahlatıcıydı.

Aynı anda hem mutlu, hem de üzgündüm. Buruk bir mutluluktu benimkisi. Yıllar sonra sözümü tutabilmek için hayatımın en güzel anılarını biriktirdiğim şehre geri dönüyordum. Her şeyim olarak adlandırdığım arkadaşlarımı bana veren, aynı zamanda geri alan o şehir. Benden alamadığı tek bir şey var ki o da hayatımın merkezine koymuş olduğum o söz. Sözümü tutmak üzere binmiştim bu trene, tam altı yıl sonra.

Yeniden sırtımı arkaya yaslarken karşımdaki boş koltuklarla bakıştım öylece.
Kompartımanda tektim; yanım da, karşım da boştu. Hatta ayaklarımın ucu bile boştu.

Yıllar geçmesine rağmen onlar her aklıma geldiğinde kalbime saplanan derin ağrı şimdi yine bulmuştu bitap düşmüş kalbimi.

Bu trene, bu kompartımana ilk binişim değildi. Yedi yıl önce miydi ilk binişim... Yoksa sekiz mi?

Bir mayıs ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Başına buyruk serseriler gibi takılmak istediğimizden (ki o zaman ben 14, en büyüğümüz yani Minseok hyung ise 16 yaşındaydı), şehirler arası bir yolculuğa çıkmıştık trenle. Başkente, Seoul'e, hayallerimizin şehrine gidiyorduk. Ömrümüzde ilk defa, birkaç günlüğüne de olsa o şehri görebilmek için gidiyorduk.

Ben hariç herkes ailelerinden izin almıştı, çok zor da olsa. Örneğin Sehun bir bebek gibi ağlaya ağlaya izin dilenmişti, Yifan hyung ise eğer izin vermezlerse bir kez daha yüzünü göremeyeceklerine dair şantaj yaparak kabul ettirmişti isteğini. Sonuç olarak her biri bir şekilde koparmıştı o izni.

Bense bunu denememiştim bile, zira sonucun nasıl olacağını pekala iyi biliyordum. Eger gitmek istiyorsam tek şansım sessiz sedasız evden kaçmaktı. Bunu başarmıştım fakat üç gün sonra eve geri döndüğümde yanlış hatırlamıyorsam babamdan yediğim dayak on beş dakika, cezam ise üç ay sürmüştü. Şimdi o anları hatırladıkça öfke ve kederle dolmuyorum artık. Bir çeşit bağışıklık kazandım sanırım, artık kendi kendime ruhsuz ve ironik bir sırıtıştan başka bir reaksiyon göstermiyorum uzun zamandır.

Zaten, karşı karşıya kaldığım bu kadar olumsuz sonuca rağmen biraz bile pişman değilim. Arkadaşlarımla bütün dertlerden uzak geçirdiğim o birkaç gün, hayatımın en değerli zaman dilimiydi belki de.

Başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapattığımda o anları tekrardan yaşamam kaçınılmazdı.

Gereğinden fazla gürültü koparıp şamata yaparak binmiştik trene. Herbirimizde coşku ve heyecan tavandı, o anda dünyada bizden mutlusu yoktu sanki.

Trene binen ilk kişilerden olduğumuzdan, boş kompartıman sayısı çoğunluktaydı. İstediğimiz bir tanesini seçip oturabilirdik.

Diğerlerinden önde giderken rastgele boş bir kompartımana giriş yaptım, kendimi koltuğa bıraktım. Diğerleri de ardımdan geldi; Jongin yanıma, Zitao karşıma otururken geri kalanlar ise hemen yanaşmadı oturmaya. Junmyeon hyung iki elini kompartıman kapısının sağ ve sol taraflarına dayamış, kaşlarını çatmıştı.

"Burası en fazla altı kişilik, hepimizin sığması imkansız. İki gruba bölünelim ve yarımız yandaki kompartımana geçsin-"

"Olmaz!"

Luhan hyung diğerlerinin arasından sıvışa sıvışa kompartımana girerken sözünü kesmişti. Junmyeon hyungu kolundan çekiştirip içeri girmeye zorlarken konuşmasına devam etti. "Hayatımızda ilk kez tren yolculuğu yapıyoruz ve ayrı kompartımanlarda mı gideceğiz? Hayatta olmaz. Hepimiz bir şekilde sığarız buraya, gerekirse bazılarımız yere oturur."

promise, [exo.ot12] ✔Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin