4. Shining blue

244 44 39
                                    




Seul güzel bir şehirdi. Turistik yerleri, modern mimarisi, tarihi kısımları ve fazlaca insanıyla hayat kokuyordu. Her daim hareket halinde olan bir yaşama sahipti. Tıklım tıklım caddeleri, gürültülü ara sokakları, koşuşturmaca dolu sabahları, son ses müzik yankılanan geceleriyle çoğu insanın hayalindeki yerdi.

Seul hızlı insanların şehriydi.

Koşan, yetişmeye çalışan, çabalayan, korkmayan insanların mekanıydı.

Bense bunların tam aksi bir insandım. Her daim korkacak bir şeyler bulan, yürümeyi zar zor başaran, yavaş, pek çalışkan olmayan bir tiptim. Yüz güzelliğimi saymazsak geriye elle tutulur bir şey kalmıyordu, ki yüz güzelliğim de işleri pek iyiye götürmüyordu.

Bu hızlı şehrin sokaklarında her zamanki gibi kendi yavaşlığımla ilerliyordum. Kulaklarımda kulaklığım, dudaklarımdan onlardan sızan şarkının sözleri, ellerim cebimde, omuzlarım çökmüş halde, öylece yürüyordum. Nereye gittiğimden habersizdim, bir yere gitmek de istemiyordum. Tek istediğim bir süreliğine de olsa kendi kabusumdan kaçmaktı.

Fakat bunun için yaptığım bir şey de yoktu. Hatta kulaklığımdan sızan şarkılar kabusumu saniye saniye önümde canlandırırken, bunun için özel olarak bir şeyler yapmadığımı bile söyleyebilirdim.

Mart ayındaydık. Seul pek günlük güneşlik olmasa bile etraf kiraz çiçekleriyle süslenmiş, bahar kendini çoktan belli etmişti. İnsanların hızında öncekine göre daha bir coşku hissediliyor, ağaçlardan ara sıra kuşların sesi yükseliyordu. Öğlenin ortasında, parçalı bulutlu bir havada yürüdüğüm bu yollar, benim kasvetime eşlik etmek istemiyordu. Kulaklığımdan bir zehir olup bana akan kelimeleri kabullenmiyor, eğreti duruşumu öteye itiyor, başka zaman sakladığı hüzünlerimi bugün kabak gibi ortaya döküyordu.

Bugün Seul özel olarak bana karşı geliyordu.

Derin bir nefes alarak kafamı eğdiğim yerden kaldırdığımda Han nehrinden pek uzak olmayan, kimselerin uğramadığı ağaçlık bir alana geldiğimi görmüştüm. Burası çok az insanın uğradığı, kuytu köşede bir yerdi. Hiçbir özelliği olmadığından, Han nehrinin manzarasına uzak kaldığından ve sadece ağaçlara sahip olduğundan pek bir uğrayanı olmazdı. Ben de bunun getirdiği rahatlıkla çoğu zaman buraya sığınırdım. Çünkü bilirdim, beni bulacak birilerine sahip değildim.

Henüz genç, güçlü bir ağacın yanına ulaştığımda pantolonumu umursamadan yere çökmüş, sırtımı ağaca yaslayarak oturmuştum. Üzerimde her zamanki siyah kot pantolonum ve nereden, ne zaman aldığımı bile hatırlamadığım eski, yıpranmış bir gömlek vardı. Her zamanki gibi benden birkaç beden büyük olan gömlek tüm hatlarımı kamufle ediyor, tenime değerek katlanamadığım bir hissin vücuduma yayılmasına engel oluyordu.

Kulaklığımdan sızan, hayatımın berbatlığını özet geçen o bilindik şarkı bittiğinde yerini son zamanlarda müptelası olduğum bir parça aldı. Böylece kafamı da ağacın gövdesine yaslayarak, gözlerimi kapatıp bu dünyadan kaçmayı seçtim.

Çıktığı andan itibaren insanlarda büyük sarsılmalar yaratan o parça, zihnimin içinde yankı yapmaya başladığında düşüncelerim olmaması gereken birine kaydı, küçük çaplı özlemim bedenimi yokladı. Yabancının siyahlarla kaplı silüeti, Jeon Jungkook'un sesi eşliğinde göz kapaklarımın arkasında belirdiğinde ilk kez kafamı karıştıran benzerlikleri görmezden gelerek ona odaklandım ve aylardır görmediğim suretinin zihnimde kalmış çizgilerinde gezindim.

Üç aydır görmediğim, bir haber alamadığım yabancı, ona yazdığım tek mesaja da dönmediği için sadece göz kapaklarımın ardındaki yansımasıyla kalmıştım. İkinci mesajı yazmak güç gelmiş, belki de tesadüflerin bununla yetindiğini düşünerek sessizliğime çekilmiştim.

sense of freedom || taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin