Kısacık bir bölüm olacak şimdiden özür dilerim ama kafamda ve kalbimde şekillendirmeye çalışıyorum hikayeyi.. ama söz seveceğiniz bi şey olacak... en azından ben sevmeden yazmayacağım...
Beyim babanız sultanımız sizi huzurunda beklerler dedi yıllanmış emektar Mustafa efendi. Kol düğmelerini de ilikleyip son kez kravatını kontrol eden Yafes : “ Madem öyle bekletmeyelim kendisini. Huzura çıkacağım haber verilsin” diyerek geniş ve sert adımlarla Beylerbeyi sarayının koridorlarında ilerlemeye başladı. Sultanın çalışma odasına ulaştığında kapı görevlisi içeriye Melik’in geldiğini bildirdi.
Kollarını açmış ve yüzüne iftihar dolu vakur bir gülümseme yerleştirmiş olan Hünkar oğlunu sıkıca kucakladı ve: “Evlat boynuz kulağı geçermiş, bu son hamlenle kendini aştın. Neydi o taa okyanus ötesinden bizlere kafa tutmaya kalkanların yüzündeki son ifade. İnan orada olsam kahkaha atardım” dediğinde genç Melik ifadesini hiç bozmadan: “ muhterem babamı ve devletli hünkarımı utandıramazdım. O başları almak da lazımdı ya ortamı daha da alevlendirip kafalarda soru işaretleri bırakmaya hiç lüzum yok.”
Aynı dakikalarda başka bir yerde…..
“Zeynep arkadaşım ne ilgisi var şimdi? Yani şu kurduğun hayalleri aklın kesiyor mu senin hiç? Biz kim o ödüle hak kazanmak kim. Hem ben bu konuda profesyonel bile çalışmıyorum hobi benim ki.. Yani düşünsene ne eğitimler almış ne teknik donanımlara sahip insanlar var. Bana yedirirler mi?”
Ya hu mübarek. Sen ne zamana böyle karamsar ve realist bir insan oldun ki? Biz seni asrın Pollyanna’ sı diye bilirdik ama meğer hepsi bir toz bulutuymuş. Yemin ederim şu an yaşam enerjimi sömürüyorsun. Bu ne ya. Senin elinden çıkanlara hepimizin dibi düşüyor pekala da biliyorsun bunu.” Derken yüzüne kimsesiz yavru sokak kedisi bakışını yerleştirmişti Zeynep.
Genç kız kararlı bir şekilde devam etti ikna çalışmalarına… “Işık, canım, hayatımın anlamı, gecelerimin Işığı.. Gel inat etme. Hayır ne kaybedersin ki? Bir denesen ölmezsin, katıldın kazanamadın diye seni idam sehpasına falan da sürüklemezler. Nooolluuurrr bebişim benim” derken Işık’ın ikna olmaya çok yaklaştığını biliyordu genç kız. Onlar kader ortağı , yol arkadaşıydılar birbirlerinin… büyüdüklerine şahit olmuşlar , iyi kötü tüm günlerinde hayat ortağı olmuşlardı iki arkadaş...
Işık fizyoterapi okumuş, Zeynep ise edebiyat öğretmenliğinde karar kılmıştı. devlet sahiplenmişti bu iki yavruyu.
Işık vaktiyle köylerinde ailesiyle beraber yaşarken anne ve babasını çıkan bir yangında kaybetmiş, iki yılda babaannesinin yanında yaşadıktan sonra onun vefatıyla beraber kimsesiz kalınca Devlet Sahiplenme Evine yerleştirilmiş 10 yaşından 18 yaşına kadar burada hayatını sürdürmüştü. üniversiteyi kazanınca yine masraflarının ve ihtiyaçlarının devlet tarafından karşılanmasına hak kazanmış ve eğitimini İstanbul üniversitesinde devam ettirmişti.
Zeynep ise babasını hiç tanımamış annesini ise 5 yaşında kaybettikten sonra aynı serüvenin içinde bulmuştu kendini. zeynep küçükken içine kapanık, kafasına vur şekerini al ir çocuktu. beş yıl sahiplenme evinde kimsesizliği tüm iliklerine kadar hissetmişti. taki bir mayıs sabahı eve yeni gelen boncuk gözlü bir kız elindeki çikolatayı zorla almak isteyen bir oğlanı itip poposunun üzerine düşürene kadar. o gün bu gündür kan bağıyla değilse bile can bağıyla bağlanmış ve birbirlerinin kimseleri olmuşlardı bu iki güzel.
Zeynep'in duru güzelliğinin yanında Işık göz alıcı, çarpıcı bir ifadeye sahip. Çakmak çakmak gözleri, göz kamaştıran türdendi, buğday tenliydi genç kız ve geçtiği her yerde varlığı hissedilirdi. Ancak görüntüsünün aksine bir o kadar yalın bir kişiliğe sahipti. Damarına basılmadıkça sesini bile yükseltmez, sükunetini ustalıkla muhafaza ederdi. Ama; ne demişler? En mazlumu kalburdur kenarına basarsan yüzüne atlar. Onun en zayıf yanı Zeynep'ti, Zeynep'in kırılgan ve yılmış taraflarını o desteklerdi...
Kırılgan dedikse kimse ezik birini düşünmesin ama; gardını çabuk düşürenlerdendi Zeynep. İşte o noktada Işık alırdı sazı eline.