Bölüm 3

60 7 0
                                    

"Bu kötü bir şey sanırım.." dedi. "Lütfen İngilizce konuşur musun?"

"Bu gerçek olamaz.." dedim. "O kadar olasılık içinden bu herife satılmış olamam."

"Daha çok ergen kızlara hitap ettiğimi biliyorum ama... biraz abartmıyor musun?" dedi Robert. "Sonuçta benimle herhangi bir şey yapmak zorunda değilsin. Yalnızca evimde yaşayacaksın. Yaşlı bir sapığı mı tercih ederdin?"

"Aslına bakarsan, EVET!" diye bağırdım. "Dandik teenage roman uyarlamalarında oynamış bir yaratıktan iyidir!"

"Karakterimle beni karıştırıyorsun..." dedi bozulmuş bir şekilde. "Hem ben Twilight'ı sevdiğini düşünmüştüm. En gurur duyduğum karakterim olmasa da dünya çapında ünlüydüm ve... Bunun bir önemi yok. Zaten ben de sana meraklı değilim."

"Ha öyle mi?" diyerek ayağa kalktım. "Beni SATIN ALAN sen değil misin yani?" Sinirden gözüm dönmüştü. Boktan bir film yıldızının kölesi mi olmuştum?

"Hm.. hayır. Evet, ama hayır. Tüm bunlar benim fikrim değildi ve aslında bakarsan pek de öyle seni izlemek istemiyorum." Kuru bir şekilde güldü. "Eve gidince dilersen akşam yemeğinde sana bunları anlatırım. Olayın garipliğinin farkındayım ama kendimi savunabilirim, inan bana. Ama odanda kalmayı seçersen de umurumda değil."

Kafam karışmıştı ve hala sinirliydim. Üzerimi düzelttim. "Eski dairemden eşyalarımı toplamak istiyorum. Sonra gidebiliriz."

"Orası halledilecek. Endişelenme." Ayağa kalktı ve eliyle kapıyı gösterdi. "Önden buyurunuz."

Dimdik önüme bakarak yürüdüm ve onu beklemedim. Ben kapıdan çıkar çıkmaz korumaları arabaya binmem için yolu açıp arabanın kapısını tutmuşlardı. Oldukça geniş bir limuzindi. En uç köşeye oturup boş bakışlarımı camdan dışarı sabitledim. Biraz sonra o da içeri geçerek benden en uzak olan köşeye oturdu. Yolun geri kalanı sessizdi. Los Angeles merkezinden uzaklaşarak, bir yanı dağlara, diğer yanı denize bakan bir yoldan ilerleyerek, izole bir bölgeye doğru yolculuk ediyorduk. Birbirinden oldukça aralıklı inşa edilmiş son derece lüks malikaneleri geçerek, ağaçlarla kaplı bir araziye yaklaştık. Aracın yavaşlamasıyla geldiğimizi anladım ve gerildim. Şimdiden nefret ediyordum tüm eski hayatımdan bu denli uzaklaşmaktan. 

Limuzin sarmaşıklarla kaplı devasa giriş kapısından içeri girdi ve ağaçlık yolda ilerledi. Bir süre sonra ağaçlar azaldı ve yaşayacağım malikane tüm ihtişamıyla önümde belirginleşmeye başladı. Gotik ve kasvetli bir tarzdaydı, ama aynı zamanda modern esintiler taşıyordu. Bir mimar olarak tasarımını takdir etmediğimi söyleyemeyeceğim. Hatta taslak çizimlerini görmek isteyeceğim türden bir mimariye sahipti. İlgimi belli etmeden bakışlarımı bir noktaya sabitledim.

Araç durdu, ve şoför inerek onun tarafındaki kapıyı açtı. Yavaşça araçtan indi ve üzerini düzeltti. "Sen bekle," dedi şoföre, ve bizzat kendisi ağır adımlarla aracın arkasından dolaşarak benim kapımın önüne geldi. Açarak elini uzattı. "Gel."

Elini tutmadım. Kendim kalkarak araçtan indim.

"Bana düşman olmanın bir anlamı yok. Vazgeçebileceğini biliyorsun. Burada olmak zorunda değilsin."

"Öyle mi?" dedim soğuk bir sesle. "Vazgeçtiğim takdirde ülkeden sınırdışı edilip Türkiye'de öldürüleceğim. Sence bu bir tercih mi?"

"Haklısın..." diyebildi. "Üzgünüm. Ama seni kısıtlamayacağımı biliyorsun. Beş dakika daha sabret ve sonra seni yalnız bırakacağım."

Kafamı salladım. "Pekala."

Malikanenin girişine doğru ilerlerken, arkamızdan şoförün limuzini park etmeye götürdüğünü ve hazır bekleyen hizmetlilerin işlerine koşuşturduğunu duyabiliyordum. Robert ise turist rehberi edasıyla bana çevreyi tanıtmaya başladı.

"Burası ana giriş. Senin odan a üst katta, şimdi seni oraya götüreceğim. Odanın hemen yanındaki merdivenlerden arka taraftaki diğer girişe ulaşabilirsin. O girişi dilersen yalnızca sen kullanabilirsin, istediğin gibi girip çıkarsın. Bu girişi kullanıp kimseyle muhatap olman gerekmez." Binaya giriş yaptık. Avlu oldukça klasik bir tarzda döşenmişti. Her şeyin servet değerinde olduğu anlaşılıyordu, fakat gösterişli veya zevksiz değildi. Muhtemelen o serveti hak edecek yetenekler tarafından dizayn edilmişti her bir nesne. Fazla incelemedim. Önemi yoktu. 

"Dilersen asansörü kullanalım," diyerek bir asma asansörü işaret etti. "Etrafı istediğinde gezersin. Çalışanlar da seni gezdirebilir."

Tekrar başımla onayladım. Beraber asansöre geçtik. Başımı hafifçe önüme eğsem de bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Nihayet asansör hafif bir sarsıntıyla durdu.

"Ben inmeyeceğim, çünkü beni istemiyorsun.." dedi. "Odan koridorun sonunda. Gidip asla çıkmayabiliirsin. Yemek saatlerinde hizmetçi kapını çalacak.. İstersen salona inebilirsin veya odana alabilirsin. Dilersen kendin odandaki mutfakta hazırla. Beni ilgilendirmiyor. İyi şanslar," diyerek asansörden inmem için önümden çekildi.

Bir şey demeden koridora adımımı attım. Kıpırdamadım, ve asansör arkamda kapanıp aşağıya doğru hareket etmeye başladı. Gittiğinden emin olduktan sonra etrafıma bakındım. Duvarlardaki antik lambalarla loş bir ışıklandırma sağlanmıştı. Duvarlarda klasik yağlı boya tabloları imtina ile yerleştirilmişti. Müzede gibiydim. En azından zevksiz bir ev değildi. Ev mi? Güldüm. Bu soğuk sergi salonu ev gibi hissettirmiyordu. Güzel görünse de zengin birinin şov yapma çabasıydı işte. Tablolarla ilgilendiğini bile sanmıyordum.

İç çekerek koridorun sonuna doğru ilerledim. Büyük, çift kanatlı kapı benim odama açılıyor olmalıydı. Anahtarı üzerindeydi. Kapıyı açıp, içeri geçtim. İçerisi tarihi dramalardan çıkmış gibiydi, oymalı mobilyalar, duvar kağıtları, biblolar. Güzeldi. Ama soğuktu. Çok geniş bir odaydı. Kapı gibi pencereler de çift kanatlı kapaklarla açılıyordu. Büyük pencereden süzülen ışığın vurduğu devasa yatağa baktım. Saten yatak örtüleri ile kaplanmıştı ve oldukça rahat duruyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp kendimi yatağa attım. Odanın geri kalanını inceleyecek hevesim veya merakım yoktu. Yüz üstü kendimi bıraktığımda gözyaşlarım saten örtüyü ıslatmaya başladı bile. Mantığıyla yaşayan biri olarak öyle uzun zamandır ağlmaıyordum ki, artık ağlayabileceğimi düşünmüyordum.

Ama hayatımın geldiği bu noktada... Ağlamaktan başka elimden bir şey gelmiyordu. Kıpırdamadan yatarken oda akşamüstü ışığına büründü, ve yavaşça karardı. Kaç saat geçtiğini bilmiyordum bile. Biri kapıma 3 kere tıklattı. İrkilerek kalktım ve kapıya döndüm.

"Üzgünüm Zeynep hanım.." dedi bir kadın. İngilizce konuşmasına rağmen ismimi kusursuz telaffuz etmişti. "Kapınız açıktı ve... lütfen beni bağışlayın. Eski evinizden gelen eşyalarınız..." Başını öne eğdi. "Yerleştirmemi ister misiniz?"

"Hayır, hayır.." dedim. "Lütfen gidin." 

"Yemek 10 dakika içinde hazır olacak," dedi. 

"Hiçbir şey istemiyorum," diyerek burnumu çektim. "Gidin." Hızlıca kapıdan uzaklaşıp gözden kayboldu. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledim. Bir yığın valiz beni bekliyordu. Birkaç kişi birlikte buraya taşımış olmalıydı bunları. Uyurken hiç duymamış olmama şaşırdım. Gerçekten tüm eşyalarımı getirmişler, diye düşündüm. Bu kadar eşyam olduğunu bilmiyorum bile. Valizler de bana ait değildi, hepsi vintage büyük valizlerdi. Birer birer içeri taşıdım hepsini zorlukla, ama yerleştirecek enerjim yoktu açıkçası. Odanın merkezinden uzakta, iki normal boyutlu kapı dikkatimi çekti. Mutfak ve banyo olmalıydı. Bana özel. Ne büyük lüks. İkisine de göz attım ve minik mutfağa geçtim. Buzdolabında ve dolaplarda temel malzemeler ve araçlar bulunuyordu. Dolaptan bir atıştırmalık alarak odanın merkezine geri döndüm. Güzeldi. Büyüktü. Ama bana ait değildi burası. 

Elimdeki şeyden birkaç adet atıştırdıktan sonra paketi bir kenara koydum. İerleyip kendimi tekrar yatağa bıraktım. Tavan bile lüks görünüyordu. Gözlerimi yattığım yerden etrafta gezdirdim. Acaba ne kadar buradan çıkmadan dayanabilirdim? Beni ne gibi gariplikler bekliyordu?

Tüm olanların, ailemin ihanetinin, okula devam etmemin belirsizliğinin, ve bu korkunç evde olacaklara dair korkularımın yorgunluğuyla tekrar gözlerimi kapatarak derin bir uykuya kendimi bıraktım.

SatılıkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin