a life full of lies

782 93 16
                                    

Havaalanındaki rahatsız sandalyelerden birinde uçağımın kalkması gereken saati beklerken o lanet olası kasabadan sonunda kurtulabildiğime bile sevinemiyordum. Uzun süredir ilk defa telefonumda bir internet bağlantısı ve midemde mcdonalds vardı. Yine de bu pek umurumda sayılmazdı. Lambası olmayan odamda, peynirli bir sandviçi mideme gönderirken penceremden onu izlemeyi tercih ederdim. Babama inanamıyordum, cidden yapmıştı, cidden beni gözünü bile kırpmadan yolcu edebilmişti. Ve Ashton bırakın iyi yolculuklar dilemeyi, Aisha'ya veda edebileyim diye beni içeri bile almamıştı. İşin ilginç yanı Calum bavulumu tozlu yollarda sürüklediğimi gördüğünde bana neler olduğunu soracak kadar umursuyordu. Ve beni babamın ikazlarına aldırmadan yarım saat kadar dinleyip bavulları taşımama yardımcı olacak kadar da. Yine de bu yeterli değildi. Mideme kramplar giriyordu, bu sadece Aisha ve diğer tüm şeyler ile ilgili değildi üstelik. Sonunda onu görecektim, annemi görecektim. Ona benziyor muyum bilecektim. Ama bir yandan da içim içimi yiyordu çünkü onun farklı bir ailesi olduğunu biliyordum. Beni isteyip istemeyeceğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Kapının suratıma kapatılma riski kaldırabileceğimden ağırdı.

Uçağımın anonsu yapıldığında oturduğum sandalyeden kalktım ve sırt çantamı omzuma asarak uçağa giden kapıya doğru yürümeye başladım. İnsan kalabalığı içimi sıkıyordu, yeterince sıkılmıyormuşum gibi. Dışarıda hava esintiliydi ve merdivenle uçak kapısı arasındaki kısa mesafe bile gözümde büyüyordu. Önümdeki insanlara aldırmadan koşar adımlarla uçak kapısına ilerledim, güleryüzlü hostes eşliğinde koltuğumu ararken oldukça huysuz bir müşteri olduğumdan emindim. Dünyanın neredeyse bir ucuna gittiğim gerçeği beynimde yankılanırken koltuğuma oturdum. Çok geçmeden yanıma orta yaşlı bir kadın oturdu ve ben anonslar eşliğinde kemerimi takar takmaz başımı cama yaslayarak gözlerimi kapattım. Saatler sürecek bir yolculuğum ve günlerce dinlenmeyecek bir ruhum vardı.

Gözlerimi araladığımda yanımda oturan kızıl saçlı kadın kolumu dürtüyordu. Rahatsızca yerimde kıpırdandım ve ona durması için söylendim.

" Ne? "

" Son 9 saattir deli gibi uyuyorsun evlat, artık inme vakti. "

" Avustralya'da mıyız? " Kelime olarak bile dilime o kadar yabancıydı ki orasını nasıl evim olarak kabul edeceğimi bilmiyordum. Ama daha önemli bir sorun vardı; evim beni kabul edecek miydi? Artık evim neresiydi onu bile bilmiyordum ya. Orta yaşlı kadın mor renkteki gözlüğünü burnunda geriye doğru ittikten sonra tiz bir kahkaha attı.

" Ne Avustralyası? Aktarma yapıyoruz, henüz sadece Singapur'dayız. " Söylenerek yerimden kalktım ve boşalan koridorlarda ilerlemeye başladım. Başım çatlıyordu, içimdeki öyle bir histi ki sadece ruhen değil bedenen de yorgun hissediyordum. Saatlerdir uyumama rağmen yorgundu bedenim, uzuvlarım benden bağımsız gibi titriyorlardı. Bana iyi olup olmadığımı soran hostesin sorusunu görmezden gelirken tek isteğim bavuluma ulaşmak, bir şeyler yemek ve bir sonraki uçağa gitmekti. Havaalanından içeri girdikten sonra etrafta telaşla koşturan insanlara baktım. Bavulumu almak için ilerlerken kendimi bu kalabalığa hapsolmuş bir ruh gibi hissediyordum. İnsanların içinden geçip gidecekmişim ve kimse beni fark edemeyecekmiş gibi. Sonunda bavulumu aldığımda bir şeyler yemek için ilerlemeye başladım. Yüzüm tahminen şiş ve mide bulandırıcıydı. Huysuz kediler gibiydim. Kafelerden birine oturarak bir sandviç ve kola sipariş ettim. Bundan saatler sonra Avustralya'da olacaktım. İki gelecek vardı önümde; yepyeni bir hayat ya da kasabaya dönüş. Ve ben ilginç bir şekilde ikincisinin gerçekleşmesini istiyordum. Aisha'yı görmek istiyordum. Çabuk başlayan şeylerin çabuk bittiğini söylerlerdi, bu kadar çabuk mu olacaktı peki her şey?

Yaklaşık iki saattir aynı sinir havaalanı görevlileri eşliğinde aynı duty free rafları arasında geziniyordum. Neyse ki aktarma yapacağım uçağın kapılarının açıldığına dair gelen anonsla üzerimdeki siniri biraz olsun atmıştım. Artık daha gergindim yine de. Çünkü git gide sona yaklaşıyorduk. Ne yapacağım konusunda pek bir fikrim yoktu. Sırt çantamı omzuma asarak uçağın kapısından içeri girdim. Tekrar güleryüzlü hosteslere huysuzluk ederek koltuğumu ararken herkesin bir an önce Avustralya'ya varmak istediğinden emindim. Artık ben bile varmak istiyordum, ne olacaksa bir an önce olsun bitsindi.


&&

Havaalanından çıkmış, taksiye elimde adresin yazdığı kağıt parçasını uzatırken neredeyse tüm vücudum titriyordu. Babam onun başka bir ailesi olduğunu söylemişti, bu yüzden bizi bıraktığını. Ailesiyle yüzleşmeye hazır hissetmiyordum, onu içinden çıkamayacağı bir duruma sokmak istemiyordum. Yine de bana pek de seçenek sunulduğu söylenemezdi ya. Değerini bilmediğim mükemmel hayatım parçalara ayrılmış, elimde kalan tek tük kırıntılar içimdeki sıkıntıyı idare edilemez hale getirmişti. Taksi güneşin altında temiz caddelerde ilerlerken etrafı izliyordum. İçinde bulunduğum durumu saymazsak Avustralya oldukça güzel bir yerdi.

Dakikalar sonra taksi büyük bir evin kapısında duraksadı. Cebimden çıkardığım parayı şoföre uzattıktan sonra arabadan indim. Küçük bavulumu evin taşlı yollarında sürüklerken sırtımdan terler aktığına yemin edebilirdim. Merak ediyordum, onun nasıl biri olduğunu merak ediyordum. Ona benziyor muydum? Adımlarım içimdeki merak duygusunun bir sonucu olarak hızlandı ve ahşap kapının önünde duraksadı. Derin bir nefes alarak zile bastım. Kısa bir süre sonra kapı benden birkaç santim daha uzun bir çocuk tarafından açıldı. Tahminen benden yaşça büyüktü fakat Tanrım, aynaya bakıyor gibiydim. Onun da öyle hissettiğini anlamıştım çünkü irice açılmış gözleri beni süzüyordu. Babam, onun bizi yeni bir aile kurmak için bıraktığını söylemişti. Nasıl benden büyük bir çocuğu olurdu? Siktiğimin hayatı iyice brezilya dizilerine benziyordu.

" Birine mi bakıyordun? " Yoğun aksanı konuşmasının her yanında hissediliyordu. Burada kalsam bende mi böyle konuşacaktım diye düşünmeden edemedim.

" Liz.. uhm, o evde mi? "

" Jack! Kim gelmiş hayatım? " Kapının arkasından gelen ses ile bedenim uyuşmaya başlamıştı. Adım sesleri yavaşça yaklaşırken nefesimi tuttum. Fakat kapı tamamen açıldığında kucağında sarışın bir kız çocuğu ile genç bir kadın duruyordu. Onun Liz olması için beni altı yaşında doğurması gerekiyordu bu yüzden yutkunarak bir adım geri çekildim. Muhtemelen bu gelen Jack'in eşi falandı.

" Kimsin sen? " Aynı benimkilere benzeyen mavi gözleri kısılmış beni baştan aşağı süzüyordu. Açıkçası bakışları beni korkutmuyor diyemezdim.

" Ben.. şey ben Luke. "

" Lucas? " Ağzı aralık bir şekilde bana bakarken başımı yavaşça salladım. Yutkunduktan sonra şaşkın bir şekilde kollarını bana doladı. " Tanrım, " diye fısıldadı kulağıma, " Kocaman olmuşsun. " Ben hala olayları anlayamıyorken o çoktan beni içeri çekmişti.

" Anne! Lucas geldi, o döndü! " Kapıyı arkamdan çarptıktan sonra kolumu tutarak beni salon diye tahmin ettiğim odaya götürdü. İçeri girdiğimde koltukta benden yine yaşça büyük bir çocuk daha oturuyordu. Ve o da aynı şaşkınlıkla beni süzüyordu. Bir süre sonra yüksek adım sesleri merdivende yankılanmaya başladı.

" Luke, " diye bağırdı ince bir ses. " Tanrım, seni bir daha göremeyeceğiz sanmıştık. "

Ve Manhattan, o gün fark ettim ki benim bir hayatım yoktu. Benim yalanlarım vardı, içinde yaşadığım. Beni beraber büyüttükleri yalanlar vardı, bana gerçekleri anlatacak kadar beni asla sevmemiş insanlar vardı. Ve ben bunca sahtelik arasında hala onun gerçeğim olmasını diliyordum. Fakat Manhattan, istediklerime kavuşmuş olsam bile, çabuk başlayan her şey gibi bu da çabuk bitecekti.


biLİYORUM SONSUZLUKTAN BİLE UZUN BİR ZAMAN OLDU

ve bunun için ne kadar üzgün olduğumu bilemezsiniz fakat bir süre boyunca kötü bir dönemden geçtiğimi daha önce güncellediğim hikayelerde belirtmiştim

düzeldikten sonra ilk işim yavaş yavaş buralara dönmek oldu ve ah, iğrenç bir bölüm olduğu için üzgünüm

fakat olayların aslını ve yalanları bir sonraki bölümde göreceğinizden emin olabilirsiniz

anlayışınız için çok teşekkür ederim, her birinizi çok seviyorum:')


Manhattan Stories + l.hHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin