fucking bad days

2.4K 157 50
                                    


 Babamın iflas ettiğini ve bu yüzden güzelliklerle dolu New York'tan ayrılıp, Hayesfield adlı boktan bir kasabaya taşınacağımızı öğrendiğimden beri dünyanın en mutlu çocuğu olduğum söylenemezdi. Manhattan gibi bir yerde tüm yaşamını geçirdikten sonra hayatının baharında adı duyulmamış bir kasabaya yerleşeceği haberini alan herhangi birinin mutlu olabileceğine inanmıyordum zaten.
Bu yeterince acı çekmeme sebep olmamış gibi bir de üvey annem, tüm bu ekonomik kriz ile başa çıkamayacağını anladığında kaçıp gitmişti ve ben kafayı doğal kasaba yaşamı ile bozmuş babamla baş başa kalmıştım.

" Luke, umarım her şeyini düzgünce toparlamışsındır. " babam kutularla dolu odamın kapısında belirdiğinde ona suratımı asarak baktım.

" Eşya toparlama işleri ile Spencer ilgilenirdi. " önümde duran kolilerden birine hafif bir tekme savurdum. Bu onu devirmemişti fakat yine de titremesine sebep olmuştu. Babam, üvey annemin adını duyduğunda mavi gözlerini direk benimkilere doğrulttu.

" O kaltak karıyı unut artık. " kaşlarımın çatıldığını gördüğünde iç çekti. " Onunla hep birbirimizin yanında olacağımıza dair bir söz vermiştik. İyi günde ve kötü günde. "

" Siktiğimin kötü günleri... " başımı odamın penceresine yaslayarak Manhattan'ın güzelliği karşısında son bir kez daha büyülenmeye çalışıyordum.

" Yarım saate yola çıkacağız, umarım sen de en az benim kadar heyecanlısındır. " biraz önce kurduğum cümleyi, hatta biraz önce aramızda geçen tüm konuşmayı bir kenara bıraktığında başımı yasladığım pencereden çekerek ona döndüm. Yüzüne geniş bir gülümseme yayılmıştı ve gerçekten heyecanlı gözüküyordu. Birkaç gün içinde önce iflas ettin ve sonra karın seni terketti, şu anda en azından tanrının gücüne gitmemesi için biraz üzülmen gerekli be adam.

" Çok heyecanlıyım. " dedim onun heyecanlı ses tonunu taklit ederek. Gözlerini, gözlerimden ayırmıyordu. Bu onun 'hayatında bir kez memnun ol' bakışıydı. Suratı yavaşça düşerken etrafımı sarmış kolilere baktı,

" Yarım saatin var. " diye mırıldandıktan sonra odamı terketti. Gözlerimi devirdim. Yarım saat de ne demekti şimdi? Yarım saatte kimse ile vedalaşamazdım. Üstelik hangi eşyalardan bahsettiğini anlamıyordum. Elimde giysilerim ve telefonum dışında doğru düzgün hiçbir şey kalmamıştı. Bilgisayarım, playstationım, gitarlarım... Maddi bir değeri olan her şey gitmişti. Ve yalnızca paranın konuştuğu şu dünyada maneviyata önem verenlerden değildim. Dolayısıyla elimde ne bir fotoğraf ne de anısı olan bir eşya vardı. Yalnızca giysi kolilerim ve ben, kocaman fakat boş odamda yapayalnızdık şimdi. Siktiğimin kötü günleri.

 Kolileri aşağı taşıdıktan sonra son dakikalarımı geçirmek için dışarı çıktım. Apartmanımızın yanındaki kafenin camlarının gerisinde arkadaşlarımı görebiliyordum. Veda için güzel bir andı. Sıkıntı içerisinde nefesimi dışarı verdiğimde soğuk bir hava kütlesine dönüşerek atmosfere karıştı. Üzerimdeki kapüşonlunun kollarını iyice çekiştirdikten sonra kafeden içeri daldım. Kenny, Matthew, Rockelle ve Chloe kafenin sonundaki masamıza oturmuşlardı. Rockelle başını önündeki kahveden kaldırarak beni gördüğünde gülümsedi. Hızlı adımlarla onlara doğru ilerleyerek hepsini selamladıktan sonra koltuğa, Rockelle ve Matthew'un yanına oturdum.

" Ee, bize anlatacakların neydi Lukey? " Chloe, sıcak bakışlarını bana çevirdiğinde kendimi konuşmak için zorlamaya başladım. Ve tahmin edersiniz ki bu kolay olmamıştı.

 Uzunca bir süre -elimde kalanın en uzunu- o kafede oturduk. Bir süre boyunca masayı dolduran sessizlik sonunda bir kaç anımızı hatırlayarak gülümsedik. Ve bu kadardı, yıllar yalnızca bir kaç dakikaya sığmıştı. Saatime bakarak artık gitmem gerektiğini gördüğümde isteksizce iç çektim.

Manhattan Stories + l.hHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin