bölüm iki : lavanta tarlası

231 39 11
                                    

Yaşadığım hadisenin ardından geçen günler benim için cehennemde üşümekten farksızdı. Eve gelebildiğimde annem neden geç kaldığımı sormuş, buna karşılık ona ne cevap verebileceğim üzerine büyük bir gerginlikle düşünmüş, sonuç olarak sadece yolu karıştırdığımı söyleyebilmiştim. Buna başka çaresi yokmuşçasına inanmıştı annem, o sebeple fazla diretmemişti. Ben ise içimde çökmüşlük hissi ile mutsuzluğun birleştiği can yakıcı duygu ile ne yapacağımı bilemez haldeydim. Ona gerçeği söylememiş, ona yalan söylemiştim. Yalansız bir hayat sürdürülebileceğini düşünen aklım, gerildiği an direkt yalana başvurmuştu. Bedenime yapışan, artık benden bir parça olan yeni duygular aklımı da hızlıca eline geçirmişti. İyi hissetmiyordum, kendimi kötülüğe, günaha kendi ellerimle veriyordum. Aydınlığın yüzümü parlatmasına alışmışken bir anda oradan uzaklaşıp karanlığın pürüzlü, toz dolu yolunda yürüyerek gözümün önünde kendini sunan derin ve çıkışı görünmeyen koyuluğa teslim ediyordum kendimi.

Büyük bir utanç ve korkuyla geçti günlerim. Hayatımın başlamadan sona erdiğini düşünüyordum ister istemez. Ulaşmak istediğim kişilikten karanlığın üzerime uzattığı kollardan dolayı ulaşamadığımı görüyor, uykularımdan ağlayarak uyanıyordum. Halimi fark eden ailem bunu soruşturmaya başlamış, ancak hiçbir cevap alamamışlardı benden. Onların bana yardım edebileceğini düşünmüyordum çünkü, artık o aydınlığın yüzümü parlatabileceğini hissedemiyor, bu adi duyguların ele geçirdiği bedenimi aydınlığın saf ışığına yakıştıramıyordum. Gözlerim yalnız kalmıştı, kalbimden çok uzaklardı ve bu yüzden gördüğüm her şey bana çok çirkin geliyordu. Ne zaman bir çiçeğe baksam onun o diriliği, genç ve masum güzelliği beni eskisi gibi etkilemez, gözlerim onu solmuş bir vaziyette görürdü.
Ne yapacağımı bilemez haldeydim, utanıyordum kendimden, henüz on üç yaşımda her şeyimi kaybetmiş gibiydim. İşte o vakitte ilginç bulduğum, oldukça farklı gelen o beyefendinin çehresine tekrar rastladım.

Bir perşembe ikindisi, evde daha fazla durmak istemeyerek anneme biraz dolaşacağımı söylemiştim. Rahatsız ediyordu çünkü annemin aydınlığı; kendine özgü ve yaradılışına ait o parlaklığı bir daha oraya hiç ayak basamayacağımı gözüme sokarcasına parlıyordu. Evden çıktıktan sonra tozlu yollar üzerinde yürümüş, ıspanak ve çilek tarlaları arasında havada esen rüzgar gibi süzülmüştüm. Ve o sırada dalgın, mahzun aynı zamanda hırslı ve kızgın bir şekilde sorgulamıştım tanrıyı; neden beni de annem gibi ondan kopmayacak bir aydınlıkla yaratmamıştı? Neden ben karanlığın donukluğuna mahkumdum? Neden çirkinleşmişti her şey?

Cevap bulamayacağımı biliyordum, ve bunun bilincinde olmam etraftaki her şeyi daha da çirkinleştirdi. Henüz batmamış güneş siyahtı şimdi, nefret etmeye başlamıştım siyah renkten, fakat ne kadar nefret etmeye başlamışsam da o kadar siyah görüyordum her şeyi. Derken bir lavanta tarlasına girdim, mor lavantaların arasına sığınarak ağlamaya başladım. Belirsizlik beni mahvediyor, yalnız olmamdan dolayı etrafta acı dolu bir melodinin başıboş bir şekilde gezindiğini duyuyordum. Hayat acıyordu sanki bana, buna yakışacak bir enstrüman çalıyordu sanki. İşte o sırada, ayak sesi duymamla yerimden sıçradım. Kime ait olduğunu bilmediğim bu tarlada, bu lavantalar arasında çaresizce ağladığımdan ötürü büyük bir utancın içine girerken suçluluk duygusu yine baş gösterdi içimde. Ve emindim ki birazdan azar işitecek, kovulacak ve çok daha büyük bir utancın içine girip oradan çıkamayacaktım.

Fakat ben böyle düşündüysem de böyle olmadı. Başım eğik bir şekilde otururken bana doğru gelen ayakların bir büyüğe ait olamayacak kadar küçük olduğunu görmemle karşımdaki bedenin yüzüne doğru çevirdim kafamı. Ve bunu yaptığım an o derin, olgun bakan gözlerle; o büyük yüzle karşılaştım.

Onu burada beklememekle beraber yüzümde oluşan şaşkınlığını saklayamadım. Karşımdaki yüz ise gülümsüyordu, hiç şaşırmış gibi değildi burada olmama.

"Ah, bak, yine ağlıyorsun," dedi yumuşak bir sesle. "Bu kez ne oldu, canın mı yandı?"

Başımı öne eğdim, bunun üzerine yanıma oturdu. İkimiz de bir şey söylemedik, aradan dakikalar geçti. Çekirge ve kuşların sesi havada duyulurken arada esen rüzgar da ses çıkarmaktan geri kalmıyordu. Ben ve kim olduğunu bilmediğim bu kişi, bu sesleri dinledik birkaç dakika boyunca.
Fakat bu uzun sürmedi, bana döndü ve elini omzuma koydu.

"Bir sırrın mı var yoksa?"

Bunu duymamla elektrik çarpmış gibi oldum, gözlerim irice açıldı, kalbim hızla atmaya başladı. Yine gerilmiş, yine ne yapacağımı bilemez hâle gelmiştim. Karşımdaki bu olgun yüzün hafif gülümser bir şekilde bana bakması beni korkutmuştu kuşkusuz, bir yetişkinin yüzüne sahip olduğu gibi bir yetişkin yüreğine sahip olup olmadığını merak ediyordum. Ben bu kararsızlıklar içindeyken gülümsemesini genişletti bu kişi. Bunu yaptığı an içime garip bir güven duygusu doldu.

"Korkma, kimseye söyleyeceğim yok; ağzımdaki fermuar baya sağlamdır."

Bunun üzerine beni bir lavanta tarlasında bulan bu bedene daha fazla karşı koyamadım, her şeyi anlattım ona. Çekinsem de birinin varlığına ihtiyaç duyduğumdan, birinin ağzından çıkacak kelimelere muhtaç olduğumdan dolayı anlatmıştım işte.

Anlattıklarım üzerine bu dostum bana gülmüş, ardından yüzüme bakmıştı.

"Büyümüşsün," demişti gülümserken. "Abartılacak bir şey değil aslında, herkes elbet bir gün büyür. Hayatı eskiden gördüğü gibi göremez, bu yüzden büyük bir endişeye kapılır, bu endişenin ona yeni kapılar açtığını görür. Geçerken o kapıdan, her şeyin sona erdiğini, çünkü değiştiğini zanneder. Değişir de aslında, her bir duygu eksik parça misali bir araya gelip yeni biri oluşturur. Ancak bu korkulacak bir şey değildir sevgili dostum, bu bir evrimdir. Öz benliğin değişmez aslında, sadece yeni özellikler kazanırsın,"

"Çocukken herkes saftır, herkes toz pembe görür her şeyi, bir gülün dikeninden çok rengi ve kokusu ilgilendirir bizi. Büyüdüğümüzde ise dikenini hissederiz o gülün, kokusu bizi mest ederken kanların parmaklarımız arasından aktığını izleriz."

Ona büyük bir odakla bakarken gülmüş ve eliyle saçımı karıştırmıştı.

"Yani, korkulacak bir şey yok. Sen kötü biri değilsin, olmadın. Yine bir gülü eline alıp güzelliği ile sarhoş olabilirsin, ancak bu sefer dikenlerini hissedersin. Ve inan bana bu kötü bir şey değildir, nihayetinde hayattan kaçamazsın."

Söylenen bu zekice ve içimi aydınlatan sözler gönlümde tekrardan bir ırmağın oluşup gürlükle akmasını sağladı. Güneşin rengi tekrar sıcak bir turuncu olurken etrafımdaki lavantalar çirkin gelmiyor, kokularını vakur bir tavırla yayıyorlardı. Tekrar nefes alabiliyordum sanki, dostumun bu sözleri beni öyle etkilemişti ki ona aniden sımsıcak, büyük ve şen şakrak bir sevgi duymuştum.

Ona teşekkür ettim, bunun üzerine güldü yeniden. "Teşekküre gerek yok, şimdi söyle bakalım, ismin nedir senin?"

"Kim Seungmin." dedim.

"Ben de Hwang Hyunjin. Burası bizim tarlamız, şu yandaki ev de bizim evimiz. O olaydan sonra seni burada bulmak ne garip öyle değil mi? Ama kesinlikle tesadüf değil, tesadüflere hiç inanmam."

Hyunjin'in bu coşkulu, ama arkasında yetişkin olgunluğunun bulunduğu bu kişiliği çok hoşuma gitmişti. Çünkü çok farklıydı, hiçkimsede görmemiştim böyle bir şey. İki ruhu da bedeninde taşıyor gibiydi.

Konuşmaya devam ediyorduk, sözü o günden açtı.

"Doğrusunu söylemek gerekirse pek hoşuma gittin, yüzündeki o hırçın ama çaresiz ifade beni çok düşündürdü. Seninle tanışmak istedim, ama konuşmaya pek hevesli değildin ve hiçbir şey söylemeden ayrıldın yanımdan. Daha sonrasında burada ağlarken buldum seni, kendi ayaklarınla geldin bana."

Başımı salladım. Ayak seslerini duyduğum an kaçmadığım için sevindim kendime. Şayet eğer kaçsaydım güneşi tekrar siyah görmeye devam ediyor olurdum kuşkusuz.

O gün bu dostumla yakınlaşmış, o lavantaların arasında iki beden olarak birbirimizi tanımaya çalışmıştık. Ben ne kadar çekingen davransam da Hyunjin bana karşı oldukça samimi bir tutum sergiliyor, her söylediğime büyük bir ilgi gösteriyor, o iki farklı yüzün bulunduğu yüzünde birçok ifade geziniyordu. Benden iki yaş büyük olduğunu öğrenmiş, davranışlarının böylesine yetişkince gelmesini buna yormuştum ancak şimdi anlıyordum ki sebebi bu değildi, sebep içindeki ruhtu; yaşamın tüm gereksinimlerini üzerinde toplamış, kendine özel, zamanın ötesinde olgunlaşan ruhuydu.

bloody moon | hyunmin ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin