Daha önce hiç hissetmediği duyguları hissettiği an dünyası duruyor insanın. Onlara eriştiğinde her şey anlığına duruyor, ardından yavaş çekimde hareket etmeye devam ediyordu. Bu duygular samimiyse pastel, ışıltılı ve baş döndüren hülyalar süzülüyordu havada; eğer can yakıcı ve kalbe baskı yapacak kadar gaddar ise anında karanlık çöküyor, yıldızlar bile parlamayı reddediyor, tüm karanlığın sizi esiri altına aldığı bir kabusta sürdürüyorsunuz yaşamınızı. Ama bu zamanla geçiyor, yahut siz karanlığı görmeye o kadar alışıyorsunuz ki korkmuyor hâle geliyorsunuz ondan, içinde perişanlığın ve acıya doymuşluğun verdiği bir cesaretle yürüyorsunuz ve bir pencere buluyorsunuz. Ve artık gördüğünüz şey karanlığın dipsizliği değil, capcanlı bir bahçe oluyor; uçan kuşlar, parlayan güneş ve yaşlı ağaçlar oluyor. Ne yazık ki onlara halen karanlık bir odanın içinden bakmaktasınız, bir karanlığın sizi kolayca bırakmayacağını bilirken hayatın tüm vahşeti, hüzünü, tüm acımasızlıkları ve tüm düş kırıklıklarını yutup yine parıltılı bir şekilde ilerlemesini görürsünüz. Birisi bunları nereden bildiğimi soracak olursa ona şu şekilde karşılık veririm; insan deneyimlemediği hiçbir şey hakkında böylesine uzun paragraflar yazmaz. Eğer yazarsa da, ya iyi bir gözleme sahiptir ya da hissettiği en küçük duyguyu bile hayatın en küçük parçasına bağlayacak kadar düşünce dünyası zengin biridir.
Her yeni duyguyla anlam kazanıyordu hayatım, bunu hissedebiliyordum. Hayata daha da yaklaştığımı görüyor, yolunda yürürken beni başka nelerin, hangi duyguların beklediğini merak ediyordum. O yıllarda benden aşk denen şeyin tanımını yapmam istense ne diyeceğimi bilemezdim kuşkusuz, fakat çok yoğun bir şeyler hissediyordum. Kalbim canlıydı bir kere, her an şevkle attığını duyuyordum. Gülümsüyordum, yüzümdeki tebessüm benden ayrı, kendini kontrol edebilen bir varlıktı sanki. Onu kontrol edemiyordum, bazen kendimi gülümserken bulunca şaşırıyordum. Farkında olmuyordum çoğu şeyin, etrafımı tekrardan bir havanın sardığını, bu havanın başımı döndürdüğünü görüyordum sadece. Bu havanın sahibi ise ben bu havayla kendimden geçmişken beni kontrol edebilecek güce sahip oluyor, yüzünde şefkatli ancak bir o kadar da halinden memnun bir sırıtış oluşuyordu. Gülümsüyordu bana, yanına çekiyor, oldukça masum bir şekilde öpüyor, saçımı hâlâ on üç yaşındaki bir çocukmuşum gibi okşuyordu. Ve her bir hareket başımı daha da döndürüyor, buyruğu altına girmeme sebep oluyordu.
Yine bir gün lavanta tarlasına girdik, yine güneş batmak üzereydi, yine kolları arasındaydım Hyunjin'in. Yine saçımı okşamaktaydı.
"Güneşim benim, ütopyamın tek anahtarı,"
Parmak uçları saçlarımda gezdikçe, kulaklarım yurt bellediği kelimeleri duydukça daha da mayışıyor, henüz açık gökyüzünde yıldızları görüyordum.
"Keşfettiğim en güzel yıldızım."
Kuşkusuz sevginin ne olduğunu anladığımı düşünmüş, bu konuda bilge biri gibi görmüştüm kendimi; aşka kavuşmuş gözlerle dünyaya bakıp tüm yaşamı daha sıcak ve yoğun bir ilgiyle kucaklamıştım. Bunların hepsi Hyunjin sayesindeydi, bana duyduğu sevginin ve korumacılığın kendi içimde büyüttüğüm sevgiyi kolları arasına almasından kaynaklı bir şeydi.
"Keşke seni her şeyden koruyabilsem, keşke seni kendimden ko-"
Birden yavaşça esnememle durdu, ardından cümlesini tamamlamayı boş vererek güldü. Eli alnımdaki saçları geriye tararken eğlenen bir ifadeyle yüzüme eğildi.
"Uykun mu geldi senin?"
"Beni mayıştırıyorsun." Gözlerine baktıktan sonra esen rüzgarla usulca gözlerimi kapattım.
"Anlıyorum. Bu sözlerle, bu dokunuşla mayışabilen birisin sen,"
"Henüz çok masumsun."
"Hyunjin,"
Gözlerim kapalı bir şekilde mırıldandığımda uykuya kendimi teslim etmeme ramak kaldığını, daha fazla dayanamayacak olduğumu biliyordum.
Ona seslenmem üzerine elini yanağımda hissettim.
"Efendim?"
"Seni seviyorum. Bir de bana şarkı söyler misin?"
Bir süre esen rüzgar ve bunun etkisiyle sallanan lavantalar dışında hiçbir ses duyamadım. Gözlerim kapalı ve mayışmış bir halde olduğumdan, ayrıca utandığım sebebiyle de gözlerimi açma cesareti gösteremiyordum. Ama gülümsemesini umuyordum onun, söylediğim her bir kelimenin onun yüzünde bir tebessüme dönüşmesini istiyordum.
Bir nefes sesi duydum, akabinde Hyunjin'in dudaklarını gözlerimde hissettim. Dudaklarım içime sığmayan sevecenlikle kıvrılırken hemen çekmedi dudaklarını, bir süre gözlerimin üzerinde durdular. Ardından çekildi, çekildiğinde eksikliğini rahatsız edici bir hisle duyumsar oldum.
"Elbette söylerim." dedi yumuşak bir sesle. Öyle yumuşak çıkmıştı ki sesi, esen rüzgar bile bastıramamıştı onu.
Kolları arasında hareket etmeden ve belli etmesem de büyük bir sabırsızlıkla beklediğim sesi nihayetinde kulağıma ulaştı. Önce sesi kulağıma fazlasıyla kalın geldi, sonra inceldi, en uygun ve beni en çok büyüleyen kıvama geldi. Kulaklarımdan içeri giren bu ses tevazukar bir şekilde içeri süzülüyor ve kalbime ulaşıyordu. Adeta olgun bir tavırla, aynı zamanda bir şeyin eksikliğini duyuyormuşçasına bana sesleniyor, yalnızca beni sevindirmek istiyor, ama öte yandan alabildiğine yücelere tırmanıp erişemeyeceğim bir uzaklığa kayarak bana yabancılaşıyordu.
Bir şarkı söylüyordu, zakkum hakkında bir şarkıydı bu. Zakkumun güzelliğinden, fakat güzel olduğu kadar tehlikeli ve öldürücü bir çiçek olmasından bahsediyordu. Ne kadar şeytani olduğunu, ama bir yandan da içinde merhamet denen duygunun içine akıttığı gözyaşlarında nasıl aktığını söylüyordu. Ve o söylerken uykum dibime kadar geldi artık, kolumdan tuttu ve beni rüyaların hüküm sürdüğü dünyalara götürdü. Ve bu yüzden, Hyunjin'in şarkıyı söylerken sesinin acı ve kırılmış tonunu duyamadım, içine akıttığı gözyaşlarını da göremedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
bloody moon | hyunmin ✓
Fanficgözümle gönlümün arasındaki bağı koparan birini ağırlamıştım geçmişimde, adı hwang hyunjin idi. st:130421 fn:100521