Bölüm|Dört

400 50 173
                                    

Bu gerçekten ağır bir yüktü, hiç tanımadığım biriyle yedi gün içinde tanışıp evlenmek. Ama ne kadar zor olduğunu bildiğim gibi bu işi yapması gerekenin ben olduğumu da biliyordum. Jeongyeon'a bahsetmemekte kararlıydım bu durumdan. Öğrenirse kesin karşı çıkardı. O nasıl beni düşünüp yaptığı işin ne olduğunu bile söylemeden tüm gece çalışıyorsa ben de ona çaktırmadan bu miras işini halledecektim.

Halledecektim ama nasıl? O kadar gergindim ki sık sık sitenin içinde karşılaştığım, yan apartmanda oturan ve ilk günkü komşu ziyaretlerinden bile aramızda bir çekim olduğunu hissettiğim Akira'yla iki kelime edemez olmuştum. Çünkü iş ciddiyete binmişti ve her ne kadar bir iki kez flörtleşmiş de olsak tanımadığım bu adamla evlenme fikri beni endişelendiriyordu.

Hemen yanımdaki yatakta işten gelmiş ve yorgunlukla üstünü bile değiştirmeden uyuyakalmış kardeşime bakarken sağlıklı kafayla düşünemeyeceğime karar verip doğruldum ve gelişigüzel çalışma masamın sandalyesine attığım pantolonumu üzerime geçirdim. Dışarısı yaklaşan kış yüzünden soğuktu. Bu yüzden yanıma gelirken aldığım valizimdeki paltomu da çıkarıp giymiş, üşümeyeceğimden emin olmuştum.

Çoktan tüm şehir gecenin karanlığına bürünmüştü ama her zaman etrafı aydınlatan sokak lambaları, araba farları şehrin uyumadığının göstergesiydi. Metronun da hala çalışıyor olduğunu umarak kafamda bir rota çizdim. Jeongyeon'la gittiğimiz kafenin olduğu yere, Windenburg'e gidecektim çünkü orada Uçurum denilen büyülü bir yer olduğunu duymuştum. Açık alan ve kafa dinleyecek huzurlu bir mekan şu an ihtiyacım olan şeylerdi.

Metro tahmin ettiğim gibi açıktı ve Windenburg seferine son dakika yetişmiştim. Sadece biraz hava almak için evden bu kadar uzaklaşmam doğru muydu bilmiyorum fakat Bir metro, bir de taksi yolculuğundan sonra istediğim yere geldiğimde, tahminlerimin de ötesinde huzurlu bir tepe karşılamıştı beni.

Yemyeşil kalmayı başarmış ağaçlarla dolu bir patikanın sonunda tüm bölgeyi kuş bakışı görebildiğim mükemmel manzaraya sahip tepede kollarımı iki yana açarak esintinin üzerimdeki tüm gerginliği almasını bekledim. Sahiden de büyülü olmalıydı burası. Daha önce hem bu kadar modern hem de tüm doğal güzelliklerini içinde barındıran bir ülke görmemiştim.

Gün doğumuna az kalmıştı ve tekrar gelip o manzarayı izlemeyi aklımın bir köşesine yazarken biraz daha etrafı keşfetmeye karar vermiştim. Çimlerin ve çiçeklerin üzerinde tatlı hışırtı sesleriyle yürürken burada yalnız olduğumun bilincinde kuş cıvıltılarına kulak kabartıyordum. Önümden iki ateş böceği dans ederek geçti, bir kelebek bana yol gösterir gibi önümde kanat çırpmaya başladı.

Toprakla buluşma ihtiyacı hissettim o an. Doğayla iç içe olmak insana benliğini hatırlatıyordu çünkü. Uzanıp ayağımdaki botları çıkardım, çıplak ayaklarımın çimlere değmesine izin verdim. Vücudumdaki tüm elektriğin akıp toprağa karıştığını hissederken soğuktan kaçarak bir yere varamayacağımı anlamış, üzerimdeki paltoyu da çıkarıp botlarımın yanına koymuştum.

Titriyordum, yine de umursamayarak yürümeye devam ettim. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... Ta ki o kenarı taştan zeminle çevrilmiş, gölü anımsatan ama yapay olduğu belli olan havuzu görene kadar.

Suyu normal havuzlardaki gibi masmavi değildi, üzerinde nilüferler ve havuzun zemininden büyümüş otlar yüzüyordu. Bakımı yapılıp temizlenmemiş gibi duruyordu ama bulunduğu yerle ayrıksı durmaması için özellikle müdahale edilmemiş de olabilirdi tabi.

O an aklıma gelen çılgınca fikre engel olamadım ve üzerimdeki kazakla pantolonu bir çırpıda çıkarıp attım. Hevesle havuza doğru ilerlerken bir yandan da iç çamaşırımı bacaklarımdan sıyırmaya çalışıyordum. Ne olacaktı ki canım, nasıl olsa burada benden başka kimse yoktu ve bu saatte de gelmezdi.

Ich Bin Nicht Sim≒TaeKook [Slow Update]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin