-12 Şubat, Emre
"Hava kötüleşiyor. Daha fazla beklemeyelim."
Kafasını cama dayayıp sessizce bulutları izlemeye başladı. Yüzünü göremiyorum ama duruşundaki kasveti buradan hissedebiliyorum. Pürüzsüz, kısacık tırnaklı ve hep sıcak olan ellerini cama götürüp, parmaklarıyla penceredeki buğuyu silişini izlemeye başlıyorum. Cama işaret parmağıyla şekilsiz bir kalp çizmesi de beni mesut ediyor nedense. Nefes alışını duyabiliyordum, ama verişini azıcık olsun işitememem garip geliyordu. Tabi şu an bir anlam kazandı. Muhtemelen burnu tıkalı, zaten bu mevsimde illaha ki bir soğuk alır. Bir de hasta hali de hiç çekilmez. Durmaksızın peçete tüketir, asabi ve nazlı olur. Ve ben normalde bunlara hiç katlanamayan biriyim.
Ben bu havalarda hep gökyüzünü izlerken hüzünlü bir melodi tutturur ya da dertli bir şarkıyı söylerim seslice. Ama o yapmıyor, sanırım müziğe benim kadar aşık değil. Tüm sükunetiyle bulutları izliyor. Yavaş yavaş sıkılmaya başladığında da saçlarını önce eliyle birleştirip sonra sağa atıyor. Daha hızlı nefesler alıp bir yandan elini karnına götürüyor. Bu garip ve harmonik hareketleri bile o kadar mest edici ki.. Sessizliğini birkaç zaman sonra aniden bozduğunda tuhaf oluyorum. Bir anlık geri dönüşü ve gözlerini üzerime dikerek yüksek sesle konuşuşu beni korkutuyor. Sanki aklımdan geçenleri görebiliyormuş gibi...
"Gidelim diyorum, anlamıyor musun? Sağanak geliyor."
Sözcüklerinde kayboluyorum. Dudak kıvrımlarının hareket edişine dalarken gözlerim, beynim de makul bir cevap vermeyi unutturuyor bana. Sadece susuyorum, bu anı uzatabilmek için. Cebimdeki telefon titriyor. O da karşımda ayakta duruyor, bir şeyler söylemeye devam ediyor. Ama beni kendime getiren, aniden korkunç bir gürültüyle parıldayıp, geldiği gibi sönen o gök gürültüsü oluyor. Afallamış bir halde kafamda sözcükleri bir araya getirmeye uğraşıyorum:
"Biraz daha dur, söz veriyorum, gideceğiz. Sadece biraz daha bekle, lütfen..."
Gözlerinden isteksizlik ve kararsızlık akıyor. Bakışlarını üzerimden kaçırıp, o rahatsız edici, o şüpheci ses tonuyla başlıyor konuşmaya:
"Bir sürü kişinin geleceğini söylemiştin. Okul çıkışı böyle bomboş bekleyeceğimizden hiç bahsetmedin. Emre, ben gitmek istiyorum. Yağmurda yürüyemem, daha kim bilir ne kadar otobüs bekleyeceğim... Hadi kalk, kimsenin geleceği yok."
Bir cevap düşünmeden önce telefonumu hatırlıyorum. Elimi hemen dar cebime götürüyorum, bakışlarını tekrar bana yöneltiyor. Tek elimle halledemeyeceğimi anlayıp vazgeçiyorum, fakat tam elimi o küçük tuzaktan kurtarırken telefonum bir daha titriyor. Çarem kalmıyor, elimi daha derine indirip telefonumu alttan ittiriyorum. Baş parmağımın hırpalandığını hissederek çıkarıyorum telefonu yerinden. Ekranda iki mesaj görünüyor.
"Cemil : Nerede kaldın lan? Ağaç olduk ağaç!"
"Elbi : Emre sana güveniyorum, kızı ikna edersin sen hadi."
Çok da değmeyeceğini fark etmek sinir bozuyor. Acıyan baş parmağımı tükürüğümle ıslatıp üzerine üflemeye başladığımda bakışlarındaki tiksinmeyi görüp vazgeçiyorum. Çok da zaman kaybetmemem gerekiyor.
Yavaşca doğruluyorum, bu sırada kalın deri montumun iç cebine gidiyor elim. Sigara pakedimi biraz içeri ittirip, ucu körelmiş çakımı kavrıyorum.
"Pekala, yapacak bir şey yok. Düş önüme madem, gidelim buradan."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Safsatalar
Ficção AdolescenteHep açıklayamadığımız, hakkında konuşamadığımız, sanki biz yaşamamışız gibi hissettiren birtakım olaylar olmuştur hayatlarımızda. Onların bıraktığı izler silinmez olsa bile, bunu bir türlü açıklayamayız işte. Arada sırada denesek de, ağzımızdan anca...