🌖
TEARS OF THE SUN
Güneş, her zamankinin aksine meydan okumak istercesine gövde gösterisine devam ediyordu. Binlerce kalbin alevine eşik ediyordu adeta. Aynı zamanda hüznünü saklamıyordu. Gökyüzü kendi melodisini uğulduyordu her şeyden haberdarcasına.
Peki onun haberi var mıydı bundan? Masum bedeni haberdar mıydı bu acıdan?
Bugün kendini sergileyen güneş normal bir boyutta değildi, bu başka bir şeydi.
Bu güneşin ağıtıydı.
Bu güneşin gözyaşlarıydı.
Güneşin dinme vakti gelmişti artık. Yıllardır gökyüzünde tahtını koruyordu halbuki. Fakat artık sona gelmişti. Sondu, son gündü. Bundan sonra hep yağmur yağacaktı, kara kış peşini bırakmayacaktı diyarın.
Büyük cüssesiyle yavaş adımlarla sonsuzluğa ilerliyordu. Kalbinden geçenler diyarı daha da alevlere sarıyor, daha da yokuşa ilerletiyordu. Bugüne kadar hiç yalnız olmamışlardı, peki ya bundan sonra nasıl olacaklardı? Nasıl baş edebilecekti? Arkadaşlarına, dostum dediklerine liderlik edebilecek miydi?
Bir lider olabilecek miydi?
Yavaş adımlarla yürümeye devam ederken ara sıra başını gökyüzüne çevirmekten kendini alıkoyamıyordu. Sıcağı seviyordu, sıcağı seviyorlardı. Tüm arkadaşları gibi. Ya da eski arkadaşları gibi. Fakat sona gelmişlerdi artık bu güzel güneşin, bu alevler: kıyametin, sonun habercisiydi. Bunun herkes gibi o da farkındaydı ama en çok da kucağındaki masum beden farkındaydı fakat giderken arkasında bıraktıklarından habersizdi.
Eğer bilseydi gitmezdi, bilseydi bırakmazdı, aynı zamanda affetmezdi de.
Bir kez daha baktı gökyüzüne, sonra bir kez daha ve bir kez daha... Bir an hiç sonu gelmeyeceğini düşündü; sonra kendine hatırlattı.
Güçlü olmalıydı. Hatta en çok o güçlü olmalıydı.
Attığı adımların sonuna geldiğinde artık o ışık huzmesiyle karşı karşıya gelmişti. Yapabilir miydi? Yapabilecek miydi?
Yapmak zorundaydı. Onu tehlikeye atamazdı.
Karşıda beliren ışık huzmesine bir kez daha dönüp baktı ardından gözlerini kapatıp o kelimeleri fısıldadı, o lanet kelimeler tekrar çıktı dudaklarının arasından. İkinci olmuştu bu. İlk seferin aksine oldukça hüzünlüydü.
Kelimeler dudaklarından döküldüğünde ışığın arasında beliren bedene bir bakış attı. Ona güvenebilir miydi? Onu verebilir miydi?
Işık huzmesinden beliren adamın üzerinde gezdirdi gözlerini; ellilerin başında gibi yaşı epeyi büyük görünüyordu. Gözleri tıpkı onunkiler gibi ateş mavisiydi. Fakat hiç kimsenin gözleri onunki kadar parlamıyordu.
Üzerinde uzun yerlere kadar sürünen bir pelerini ve yürüyüş pantolonu vardı. Kafasına büyük gelen bir cüppe geçirmişti. Adamın gözlerini önce kendi üzerinde hissetti, yüzünü inceledi ardından kucağında yatak bedene çevirdi; onu gördüğünde adamın gözlerinin parladığına yemin edebilirdi.
Tıpkı gökyüzünde parlayan güneşin son kırıntılarından parçalar taşırcasına parlamıştı hem de. Gözleri, onun üzerinde gezinirken kaşlarını çattı. Kucağında yatan bedene daha da sıkı sarıldı. Bırakmayacakmış gibi sarıldı.
Bırakmak istemiyormuş gibi sarıldı.
Onu kimse almasın istercesine sarıldı.
Cüppeli adam yüzünde büyümeye devam eden gülümsemesiyle ona doğru bir kaç adım attı. Tam önlerinde durdu ve kafasını kaldırdığı sırada göz göze geldiler. Az önce yüzündeki ifadeden eser kalmamış aksine yüzünü buruşturmuştu. Nefret ediyordu; bu diyardan, herkesten, ondan ayrılmasına sebep olan tüm sebeplerden...Tıpkı onun da nefret edeceği gibi o da nefret etmişti, hâlâ ediyordu.
''Yüce güneşler aşkına, yeniden kavuştuk meleğim.'' Cüppeli adam gözlerini kapattı. Uzun zaman sonra ilk kez huzura erdiğini hissetmişti.
Fakat karşısındaki adam onu öyle sıkı tutuyordu ki bırakmayacak ve tekrardan yıllarca tutsaklığına devam edecekti sanki. Kucağındaki bedeni almak için genç adama doğru bir kaç adım attı.
''Artık zamanı geldi Mons, onu bana ver.''
Genç adam gözlerini kapattı, gökyüzüne baktı yeniden. Bir mucize bekliyordu. İçinden Tanrı'ya dualar ediyordu. Fakat yoktu, artık mucize yoktu... En büyük mucize kollarındaydı.
''Bana bir daha öyle seslenme, ihtiyar,'' dedi hırlarcasına. Karşısındaki cüppeli adamın bakışları öyle iğrenircesineydi ki eğer biraz daha böyle bakmaya devam ederse, ona seslendiği ismin hakkını verecekti.
''Onu bana ver, genç.'' Cüppeli adamın sinirlenmeye başladığı sesinden anlaşılıyordu, buraya kadar gelmişti, artık onu almadan gitmeyecekti.
Genç adam bir süre tereddüt ettikten sonra kucağında yatan bedene bir bakış atıp yeniden yaşlı adama döndü. ''Onun güvende olup olmadığını nerden bileceğim. Sana nasıl güveneceğim?''
Yaşlı adam küçümseyici bir kahkaha attı ve karşısındaki adama biraz daha yaklaştı. ''Bunu bana sen mi söylüyorsun Mons?''
Genç adam dişlerini sıktı. Sabrının son demlerine gelmiş gibi hissediyordu. ''Bana,'' dedi baskın bir ses tonuyla. ''Öyle seslenme.''
Cüppeli adam ellerini arkasında birleştirdi ve tekrar küçümseyici bakışlarını gocunmadan göndermeye devam etti.
"Ne olduğunu bilmiyor muydun yoksa, küçük? Ucubenin teki olduğunu eminim ki sana herkes söylüyordur.'' Duraksadı. ''Şimdi onu bana ver ve sonra cehennemine geri dön.''
Artık vakit gelmişti. Bitecekti, gidecekti. Peki uyandığında ne düşünecekti? Onu terk ettiklerini? Onu kaybettiklerini? Belki de hiçbirini. Fakat o an genç adamın zihninde tek bir cümle yankılandı; dile getirmedi, getiremedi...
''Ona iyi bak, ihtiyar. Hak ettiği hayatı ona ver ve onu kimsenin incitmesine izin verme. O... O çok değerli. Çok güçlü.'' Genç adam son kez gözlerini onun yüzünde gezdirdi. Artık o yoktu. Her şeyin sorumluluğu tek bir kişideydi.
Güneş, gidiyordu.
Güneş, diyarı terk ediyordu.
Güneş, diyarını terk ediyordu.
Yavaşça kucağındaki bedeni yaşlı adama uzattı. Adamın hayranlık dolu bakışları onun üzerinde geziniyordu. Kollarını uzatıp onu kucağına aldığında bir süre daha gözlerini onun üzerinde gezdirdi fakat yeniden başını yukarı kaldırdı ve genç adamla son göz göze geldi.
''Onun nasıl yaşayacağı seni ilgilendirmez Mons. Artık onun yeri benim yanım.'' Yaşlı adamın dudaklarından dökülen son kelimeler bunlar olmuştu.
Genç adam ağzını açıp tek bir kelime edemedi, gözleri sadece ona odaklıydı. Son kez bakıyordu belkide bu yüze. Son dakikalarını ondan başka bir şeye bakarak geçirmek istemiyordu.
Son dakikalarını...
Son.
Beyninde yankılanan bu kelimeyle kaşlarını çattı. Dayanabilir miydi? Son olmasına katlanabilir miydi?
Hayır. Katlanamazdı.
Gecenin karanlığındaki aydınlıktı o. Onsuz bu diyar olmazdı. Onsuz hiç kimse kurtulamazdı.
Onun ışığı tek çareydi, tek kurtuluştu...
O an genç adam bir söz verdi kendine; hem kendi için, hem de onun için. Şüphesiz o bilirdi: Genç adamın sözleri bıçaktan daha keskindi. Ardından kalbinde şu sözcükler yankılandı:
''Bir gün yeniden geleceksin, güneş. Sana söz veriyorum bir gün geleceksin. Buraya, bu diyara, bana...''
Gözlerini kapattı.
Gözlerini açtı.
Etrafta gezinen fırtınanın habercisi rüzgar dışında hiç bir şey yoktu. Hiç kimse yoktu. En çok o yoktu...
🌘
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TEARS OF THE SUN
FantasyGüneş gitmişti. Artık sadece kış vardı; sadece fırtına, sadece karanlık...