When the Storm Is Over, Sofia KarlbergThe White Lies, 5 Seconds of Summer
Minefields, Faouzia & John Legend
TEARS OF THE SUN
Bazen odalar soğuk olurdu. Hatta öyle soğuk olurdu ki, kışın getirdiği dondurucu soğuk bile az kalırdı bu soğuğun yanında. Bazen de sıcacık olurdu. Ama benim hiç olmamıştı. Benim odam hep buz gibi olmuştu. Odam, yatağım, zemindeki parkeler bile buz gibi gelirdi ayaklarımı değdirdiğim an. Bu soğuk evin soğuğu muydu? Hayır sanmıyordum.
Bu soğuk bana göğsümdeki sol boşluğu anımsatıyordu, kalbim. Kalbimin içini ne kadar ısıtmaya çalıştıysam, ne kadar sevgiyle doldurmaya çalıştıysam orası o kadar donmuştu belkide ben engel olamadan. Buz gibi havada içine girdiğim kap kalın kaban soğuktu, ayaklarıma geçirdiğim o yünlü botlar soğuktu fakat hissetmiyordum. Çünkü insan hissizleşebilirdi, yıllarca biriktirdiklerini düşünmeden hatta arkasına hiç bakmadan, ne yaşadıklarını umursamadan sadece o ana odaklanıp hissizleşebilirdi. Buz gibi soğuğu sokabilirdi o boşluğa.
İşte o zamandan beri hissizim. İçime ne kadar davet ettiysem o kadar esir aldı beni o soğuk, ardından koca bir yara açıldı orada ve bir daha da bırakmadı göğsümdeki boşluğu. Yaraların üzerini ne kadar kapatmaya çalıştıysam o kadar çok yara açılmıştı tenimde, kalbimde. Bu yüzden ben yaraların üzerini kapatmamayı öğrenmiştim. Çünkü biliyordum; o yarayı ne kadar tedavi etmeye çalışırsam o kadar kanardı, insanı kangren ederdi.
Bana kalan şey de her sabah o acıyla uyanıp, yediğim her lokmada, içtiğim her yudumda hissetmek olmuştu o acıyı. Fakat artık soğuk değildi sanki orada bir şeyler, o acı artık eskisi kadar yakmıyordu canımı. Sanki. O kadar da acı vermiyordu.
Uzun zamandır uyumadığım kadar huzurlu uyumuştum bu gece. Bunu sebebi; kokusunu tüm benliğimle hissetmem ve ciğerlerimin solumaktan asla bıkmayacağı o kokuyu içine çekmesi olabilirdi. Uykumdan uyanmıştım fakat bir kaç dakikadır yattığım yerde kıpırdamadan duruyordum. Yine uyumuştuk. Onunla. Bu derin derin nefes alma ihtiyacımı daha da körüklüyordu fakat şu an derin nefes alamayacak kadar onun kokusunu içime işlemekle meşguldüm.
Saat kaç olmuştu bilmiyordum, güneşin büyük balkon penceresinden içeri sızdığı göz önünde bulundurulursa öğlen olmuştu. Umurumda değildi. Kendimi burada tüm öğlenleri, sabahları, akşamları geçirebilecek gibi hissediyordum. ''Yerinden memnunsun herhalde.'' Düşüncelerime odaklanmışken kulağıma fısıldayışıyla yanaklarımın renginin beyazdan kırmızıya döndüğünü hissedebiliyordum fakat başımı kaldırmadım. Dakikalardır uyanık olduğumu biliyor muydu?
Ben utançla renkten renge girerken o sıcak nefesini saçlarımın diplerine üflüyordu, kasıtlı mı yapıyordu o? ''Ben seni rahatsız etmek istememiştim,'' dedim alt dudağımı kanatacak kadar kemirirken. Başımı göğsüne daha da gömdüm, ondan utanırken ona sokuluyordum. Mükemmel.
Bir kolu belimdeki yerini korurken, karnıma sarılmış olan diğer kolunu biraz daha bastırdı ve yavaş hareketlerle karnımı okşamaya başladı. Kalp krizi mi geçirttirmek istiyordu bana? Gözlerim istemsizce yeniden kapanırken, ''Kendini nasıl hissediyorsun?'' diye sordu.
Derin bir nefes aldığım sırada kokusu yeniden burnumdan içeriye sızdı. ''İyiyim, hatta çok iyiyim.''
''Karnın acıktı mı?''
''I-ıh, açlık hissetmiyorum.'' Sesimin bu kadar kısık çıkmasının sebebi yorgunluk değildi, aksine öyle rahatlatıyordu ki karnımdaki dokunuşları, pamuklara sarılmış gibi hissediyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TEARS OF THE SUN
FantasyGüneş gitmişti. Artık sadece kış vardı; sadece fırtına, sadece karanlık...