20 Kasım. 14:00 Depo.
Genç adam içkisinden bir yudum daha alıp karşısındaki adama baktı. Adam adeta kükrercesine ayağa kalktığında soğukkanlılığını koruyarak ellerini birbirine kenetlendi ve arkasına yaslandı.
"Hyunjin sen delirdin mi?! Ne diye bilip bilmeden gidip milleti s ıkıştırıyorsun?! Üstelik suçu olmayan birini dövmüşsün!!!" dedi Bangchan bağırarak.
Hyunjin, yavaşça ayağa kalktı ve elinde ki, silahı masaya bırakıp işinin başına geçti. Masada duran bir kaç kapalı dosyayı açıp hiçbir şey olmamış gibi onlarla uğraşmaya başladı. Umursamaz tavırları karşısında delirmek üzereydi can arkadaşı adeta. Bangchan ellerini saçlarına attı ve karıştırıp geriye attı. Sinirden deliye dönmüştü.
Olduğu yerden sinirle hyunjin'e doğru adımlamaya başladı. İşaret parmağı onu bulduğunda diğer elini beline koyup dişleri arasından adeta tıslar gibi konuştu.
"Sakın! Sakın bir daha onlara yaklaşma! Hele ki, Felix'e asla!!!"
Hyunjin bu sefer sakinliğini koruyamadan ellerini masaya çarpıp ayağa kalktı. Kalktığı koltuğun geriye doğru savrulma sesi yankılandı siyahlarla kuşatılmış odada. Hyunjin ilk kez yıllardır arkadaş olduğu adamın boğazına sarıldı ve deli gibi sıkmaya başladı.
"Sana mı soracaktım?! HA?! SANA MI SORACAKTIM ADAMI ÖLDÜRÜRKEN YA DA DÖVERKEN?!"
Bangchan boğazında ki, elleri itip arkadaşının geriye doğru savruluşunu izledi. Alıp verdiği derin nefesler arasından kesik kesin konuştu.
"Bana bak! Min ho bana hayatımı borçlu olduğum kadından emanet! Sakın bir daha ona yaklaşma cüretini kendinde bulma ... Hem suçsuz olduğu hâlde değil ona, kimseye zarar verme hakkına sahip değilsin!"
Bu sözlerden sonra Hyunjin'in alay dolu kahkaha sesi yankılandı odada. Aynı zamanda gülerken konuşmaya başladı.
"Vay~ demek Min Ji ölmeden önce piçini sana emanet etti! Ayy ne hüzünlü gözüm yaşardı!"
Ardından bir kez daha sinirle kahkaha attı. Deponun duvarları sallandı hyunjin'in sesiyle. Karşısında ki, arkadaşının saçı başı dağınık görüntüsü onu hüzünlendirmişti. Bir emanet içindi bu direnişi. Sırf onu korumak içindi tüm çabası. Kahkahası devam ettiği sürede Bangchan arkadaşının delirdiğini düşünerek şaşkınca izlemişti onu. Hyunjin ise onun bu hâlini süzüp durmuştu.
Hiç beklemediği bir anda Hyunjin'in sesi aniden kesilmiş ve üzerine atılmıştı. Ellerini beyaz gömleğinin yakasına iliştirilmiş onu itip tam gözlerinin içine bakmıştı.
"Bana ihanet eden adamı ben affeder miyim?! Ha?! Sence böyle bir şey mümkün mü?!"
Fısıltıya yakın bir tonda çıkmıştı sözler ağzından. Ardından kafasını iki yana sallayıp hafif gülümseyerek devam etmişti.
"Im, ım~ affetmem! Sen bunu benden iyi bilirsin! Min ho için elinden geleni yap Bangchan! O, da yanında ki, velet de elime düşerse yaşatmam ona göre...!"
Hyunjin yine öfkesine teslim etmişti kendini. Bu on zevk veriyordu. Bitmez tükenmez öfkesi dinmiyor, hiç azalmıyor, hastalıklı ruhunu tatmin ediyordu. Öfkesi etrafındakileri kolayca kırarken, yılmakta, dikmekte, öldürmekte, yaşatmakta ona aitmiş gibi hissediyordu. Öfke ona, o, ise yeraltına sahipti. Karanlığın çöktüğü bu bataklık ona aitti. Kendi yarattığı canavara teslim olmuş, öfkeli benliğini o, yaratmıştı.
Odadan kapıyı çarpıp çıkarken Bangchan kendini koltuğa atıp derin derin düşündü. Hyunjin'i yıllardır tanıyordu ve kafaya koyduğunda neler yapa bileceğini herkesten iyi biliyordu. Min Ho ve Felix'i koruması için hyunjin'in varoluşu başlıca bir nedendi. Aldığı her nefeste intikam ile yanıp tutuşan, soyadı ateşler ile oynaşan, kalbi babasına karşı bitmez tükenmez bir kinle dolu biriydi o. Içinde gömdüğü çocuktan ziyade yaşatmakta olduğu bir annesi vardı. O, kadın çocukluğunun ölmeyen tek yanıydı...
•••
15:00, mezarlık. Hwang Hyunjin.
Genç adam yağan yağmuru yok sayarak arabadan indi. Soğuk kanına dolandı, ama alıştığından olsa gerek bedenin milim titremedi. Önü açık paltosunun cebinden çıkardı elini ve mezarlığa doğru yürüdü. Yeryüzünde dolanan rüzgar bedenini yıkmak istermiş gibi hızla çarptı ona, sarı saçları coşkuyla havalandı ve dağıldı. Ölümünün üzerinden yıllar geçmiş annesinin mezarının başında dimdik durdu. Bir adım ilerledi ve elinde ki, kırmızı gül buketini mezarın üzerine bıraktı. Aynı annesinin sevdiği gibi kan kırmızısı, güzel güller...
Gözlerinden bir kaç damla yaş aktı, sert duruşunu ne de yüz ifadesini bozmadan ağladı. Intikam aktı gözlerinden, yılların birikmiş acıları, ve annesinin yerde kalan kanı aktı gözlerinden. Vicdanı sızlarken ağladı, ruhunda ki, yaralara, sırtında ki, izlere ağladı... Buz tutmuş elleri kızardı, yüzü bembeyaz kesildi. Gökyüzü gürledi bulutlar genç adamın gözleri kadar karardı. Onu anlıyormuş gibi döktü gökten yağmur damlalarını.
Başını kaldırdı ve yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi. Siyah sema ile göz göze geldi. Buz misali soğuk damlalar ıslattı yüzünü, karıştı gözyaşlarına. Akıp gitti yüzünden sıcak gözyaşları. Kapattı kızarmış gözlerini ve bir hıçkırık kaçtı dudakları arasından. Sıcak nefesi serbest kaldığında gözle görülür bir buhar yarattı soğuk havada.
Annesine duyduğu özlemi gidermek için gelmişti bu mezarının başına. Hem annesi hem de kendisiyle başbaşa kaldığı tek yerdeydi şimdi. İlerledi ve ıslak toprağı umursamadan oturdu bir kenara. Kahverengi toprağa dokunduğunda ağlaması şiddetlendi. Saatlerce yas tuttu annesine, ölmüş çocukluğuna...
Merhabalar. Nasılsınız bakalım? Umarım beğenmişsinizdir... Bölümü geç yazmak zorunda kaldım, üzgünüm. Hikâye hakkında görüşlerinizi oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Sağlıcakla kalın...
Ha bu arada bana bir kaç anime önerir misiniz? Şimdiden teşekkürler <3
ŞİMDİ OKUDUĞUN
clandestine
FanfictionLee Felix 18 yaşında Seoul'e taşınıp kendi pastanesini açmıştı. Hwang Hyujin ise yıllardır Kore'nin yer altı dünyasında hüküm süren bir mafyaydı. Kokunun yatağıma sinmesine izin verme, eğer sonunda terk edip gideceksen - clandestine