Dudaklarını belli belirsiz oynatıyor, etrafına fısıltılar saçıyordu. Pür dikkat dinlememe rağmen söylediklerinin sadece bir cümlesini anlayabildim, o da: ‘‘Ölümüm, yaşanmış bir ömrün sonu olsaydı keşke.’’diyordu. jimin haklıydı.
Ölümden korkmamız, yaşayamadıklarımız yüzündendi. Bencilceydi bu. Ama hayat tek kişilik bir bilet değil miydi? Bencil olmayı bize o öğretiyordu.
Sustu jimin. Eğildi ve yatağının altından bir şey çıkardı. Gördüm. Bir anahtar… Biletlerimizi hiçe sayan, ardı meçhul bir kapının anahtarı. Dokuz milimetrelik küçük demirler fırlatan bir anahtar.
Titrek bir elde, göğsüme dönük, üzerime metal kusmayı bekliyor. Bu beni ürpertse de şaşırmadım. Çünkü artık hiçbir şeye şaşıramıyordum. Yaşadıkça -ama gerçekten yaşadıkça- anlıyor insan; şaşkınlıklar, hep ilklerimizde yaşanıyor. Bense ilklerimi tüketmek üzereyim.
Nasıl oldu da bu hale geldik, bilmiyorum. Yaşayabildiğimiz her şeyi yaşamıştık. Belki de bu yüzdendi. Yorgunluğumuz, en boktan durumlarda dahi sergilediğimiz bu soğuk kanlılığımız...
Filmimizi izlemiştik. Gerisi, yayında ve yapımda emeği geçenlerin olduğu yazılarla dolu karanlık bir ekrandı ve belli ki jimin, bu bölümü elindeki kumandayla atlamak istiyordu.
Sonrası var mıydı, bilmiyorduk. Bilseydik şayet, o kumandayı eminim ki çok daha önceden kullanırdık. Filmin canı cehennemeydi. Fakat...
Cehennem diye bir yer bekliyorsa bizi, o vakit gülümserdim zebanime. ‘‘Dünyayı sırtlayacak kadar insan olamadım. Ben yapamadım, buyur sen işini yap.’’