Bir iş hanının 1. katında bulunan 2.sınıf bir giyim mağazasına alış-veriş yapmaya gidiyordum. Mağaza sahibinin tanıdık olduğuna bahse girebilirim. Mağazaya hem iş hanının koridorlarından hem de harici merdivenlerden -sonradan yapıldığı belli olan- tırmanılarak ulaşılabiliyordu. Mağazaya ilk girdiğimde daha çok dar gelirli ailelere hitap ettiğini fark etmiştim. Fakat daha sonrasında bu savımı mağaza sahibinin, hitap kitlesi olgusunu gözetmesinden daha çok ruhsal fakirliğinden dolayı olduğu yönünde değiştirdim. Tezgâhtarla girdiğim muhabbeti - klasik satıcı geyikleri işte - anlatarak canınızı sıkmak istemem. Zaten hatırlamıyorum. Seçtiğim birkaç parçayı alıp 2.sınıfın, 3.sınıf ter kokan giyinme kabinine gidip üstümü değiştirmeye başladım. Kabine girince insanların burayı sadece üstünü değiştirmek amacıyla kullanmadığı görmüştüm. Burnumda desteklemişti düşüncelerimi. Ben içeride üstümü değiştirirken dışarıdaki tezgâhtarın ‘hadi ama sende nerden çıktın, buraya kimse alış-veriş yapmak için gelmez’ dediğini duymuştum. Birden kendimi çok kötü hissetmiştim. Kaçmak istemiştim buradan hemen uzaklaşmak. Hızlıca kabinden çıktım. Vazgeçtiğimi söyleyerek kendimi kapıdan dışarı attım. Kalp atışlarımı normale çevirmeye çalışarak sokağın serin kolları arasına girdim. Mağazada kalan tezgâhtarın ‘çokta sikimdeydi’ dediğinden emindim.
Kafamın içinde neden o kıçı kırık mağazaya gittiğimi kendi kendime tartışırken uzun bir pasajın kalabalık rutubetli ortamında yürümeye başladım. Pasajın ortasında alelade yere serilmiş tütün tezgâhının önünde durup beni bir hafta kadar idare edecek holborn tütünü alıp yürümeye devam ettim. Pasajın içinden çıkarken yakın dostum Emre’yi aramam gerektiğini hatırladım. Emre’nin karısı o gün doğum yapacaktı sanırım. Elimi cebime attığımda telefonum yerinde değildi. Nerede unutmuş olabilirdim ki. Eşyalarını orada burada unutan bir tip değilim ben. Sevimle yemek yediğimiz lokantada cebimdeydi telefon. Hatta Sevimle ayrıldıktan sonra Aliyle telefonda kısa bir tartışma içine girmiştim. Tanrım kafayı yemek üzereyim. Bu duruma göre telefonumu o iğrenç mağazada unutmuş olmalıydım. Arkamı döndüm. Ve tekrar o ter kokan kalabalık pasaja girmem gerekmişti. Başka zaman olsa tekrar o kalabalığın içine girmektense telefonu orada bırakırdım. Ailemden ve arkadaşlarımdan yiyeceğim azarı büyük bir içtenlikle kabul ederdim. Ama şuan durum biraz daha değişik o telefona ulaşmak zorundayım. Emre’yi bu stresli-mutlu-gergin-heyecanlı her ne sikimse işte gününde yalnız bırakamazdım. Pasajdan daha hızlı nasıl geçerim diye kafamda yürüme stratejilerimi yapmıştım. Küçüklüğümden beri sokaktaki insanlara çarpmadan gerektiğinde koşarak gerektiğinde durarak hedefe en kısa sürede ulaşmanın yollarını kafamda planlamayı çok severim ve bundan keyif alırım. Sonunda maratonuma başlamıştım. Yaşlı teyzeyle amcanın yanında yavaşlamış yan dönerek ne onlara nede üniversiteli olduklarını düşündüğüm kızlara çarpmamayı başarmış ilk engelimi atlatmıştım. Koşmuyor ama bir o kadar da hızlı bir şekilde yürüyordum. Yaklaşık bir buçuk metrelik tütün tezgâhının üstünden atlamıştım. Ve sanırım tam bir 10 puanlık bir atlayıştı bu. Parkurumun sonuna geldiğimde tam puanın 100 olduğunu var sayarak kendimi 85 puan verdim. Bu elbette başarılı bir puandı. İnsanlar bana ‘yavrum manyak mısın?’ bakışı atarken ben sırıtıyordum. Bir anda sırıtışım suratımda asılı kaldı çünkü o iğrenç mağazanın sahibi olan kadın ve ruhsuz tezgâhtarı caddenin karşısından otobüse biniyorlardı. Olamaz! Dükkânı kapatmışlar mıydı? Dükkânda birini bırakmış olmaları umuduyla iş hanına doğru koştum. Bu kez içeriden girmektense merdivenleri tırmanmayı seçtim. Kapıyı ittiğimde kapının açılması büyük bir rahatlama yaratmıştı bende. Telefonumu alacak Emre’yi arayıp yanına gidecektim. Ve tekrar mutlu olacaktım işte.
Mağazanın içinde sessiz adımlar atıyordum. Birkaç adım sonrasında yanımda duran küçük, kirli, kırık taburenin üstündeki 2 ayrı anahtar destesi gözüme çarptı. Sanki bu anahtarlar bana çok tanıdık geliyordu. Neyse bu anahtarların benim için hiçbir önemi yok. Hemen telefonuma ulaşmalıydım. Birkaç adım daha attıktan sonra karşıdaki masanın üstündeki telefonumu gördüm. Adımlarımı sıklaştırmıştım. Masa, bir kapı - sanırım patronun özel odasına açılıyordu tabi yazıhaneye de olabilir - ile deneme kabininin ortasındaydı. Masaya ulaştım. Telefonumu elime aldım. Herhangi bir bildirim var mı diye 3-5 saniye kontrol ettim telefonu. Sonra mağazanın geri kalan kısmına göz gezdirdim. Boştu yani daha doğrusu kimse yoktu, sadece raflarda duran elbiseler vardı. Tam çıkmak için geri dönerken yanımdaki kapının aralık durduğunu fark ettim. İçeriyi görebilecek kadar yaklaştığımda aslında oranın yazıhane falan olmadığını anladım. İçeride bir yatak vardı. 15-16 yaşlarında bir liseli kız duvara yaslanarak yatakta uzanıyordu. Garipti, çünkü temmuz ayındaydık ve kız çocuğu okul üniformasıylaydı. Kafamda ihtimaller canlanmaya başladı. Artık Sherlock’çuluk oynamaya başlamıştım. Bir kız bu ayda neden okul üniformasıyla yatakta uzanıyordu? Birinci seçenek okul başlamadan üniformasını almak istemiş olmalı. Ama bu çok saçma olurdu. Okulların açılmasına nerden baksan daha bir buçuk ay vardı. Hem de okul üniformaları sadece belli yerlerde satılırdı ki burasının onlardan birisi olmadığı kesindi. İkinci ihtimal kız derslerinde pek de başarılı değildi. Sezon içerisinde bazı derslerinden kalmış ve yaz okuluna gidiyor olmalıydı. Ama gene bu ihtimalde saçmaydı. Çünkü yaz okuluna gidiyor olsa şuan okulda olması gerekirdi. Tabi dersten de kaçmış olabilirdi. Fakat unuttuğum diğer bir nokta günümüz Türkiye’sinde liselerde yaz okulu yoktu. Aslında vardı ama bu sene havaların aşırı sıcak olmasından dolayı bakanlık uygulamayı askıya almıştı. Bütün bunları nerden mi biliyorum çünkü kuzenimde lisede okuyordu ve kendisi tembel bir öğrenci. Peki, şuan liseli bir kızın üniformayla o yatakta ne işi vardı? Aklıma kabindeyken burnumun algıladığı pis kokular geldi. O sırada yüzümü görseniz –ki çok iğrenmiştim- aseksüel biri olduğumu düşünebilirdiniz. Ama böylesine pis bir yerde nasıl seks yapılır anlamıyorum. Bir de gençlerin bu kadar erken yaşta seksle tanışmasına karşıyım hele ki kendinden büyük birisi ileyse. Ve bu durum benim midemi bulandırıyor. Neden durup seyrettiğimi sormayın bende bilmiyorum. Sanırım kızın kaç yaşında biriyle birlikte olduğunu merak etmiştim. Sonunda erkek oyuncu yatağa atladı. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum resmen. Hemen beni yargılamaya başlamayın neden o kadar şaşırdığım için. Evet, kızın yaşından çok büyük biriyle birlikte olmasını öngörmüştüm. Ama şaşırmamın nedeni bu değildi. Adamı tanıyordum. Girişteki taburenin üstünde olan anahtarların sahibiydi adam. O adam benim babamdı.
Bakın babamın annemi aldatmasını anlayabilirim. -Sonuçta ben de bir erkeğim.- Hatta o çirkin, bu mağazanın sahibiyle yatmasını da anlayabilirim. Yani yaşına uygun bir kadınla olmalı değil mi? Ben ailenin en küçük bireyiyim ve 28 yaşındayım. Kendi çocuklarında küçük biriyle hatta torunu sayılabilecek yaşta bir kızla birlikte olmasını aklım almıyordu. Sanırım bir süre hiç kıpırdaman orada öylece durdum. Karşımda şakalaşıyor, gülüyorlardı. İçeriye girip bağırmak, küfretmek istiyordum. Katıksız orospu çocuğu…
Tam kapıyı açmaya yeltendiğimde Ankara’da soğuk ve bir o kadar da steril olan bir hastanede hasta yatağımda uyandım. Terlemiştim. Susuzluktan boğazım sahra çölü gibi kupkuruydu. Yanımda suyla dolu olan bardağı ardından sürahiyi nefes almadan bitirdim. Kendimi ‘oh be rüyaymış!’ deyip tekrar uykunun şefkatli kollarına bırakmak isterdim. Ama tavana bakıp babamı suçlamaya devam ettim. Koluma takılı olan serumun da ektisiyle sanırım bir saat sonra tekrar uykuya daldım. Sabah hemşirenin odaya girmesiyle uyandım. Hemşirenin yüzü hiçte yabancı değildi. Ama birkaç yaş büyümüş, üniversiteyi bitirip hemşire olmuştu demek ki. Arkasında da babam vardı.