adımlarım sınıfın girişine ulaşıyor, yürüyorum, sırama doğru ilerliyorum.
o sırada kulağıma birkaç şiddetli cümle takılıyor.
"hey, duydunuz mu matematik sınavının tarihi bir hafta ileri alınmış!"
"ne? bu öğretmenler bizimle dalga mı geçiyor?"
çantamı sıra kenarına asıyorum ve montumu çıkarıp oturuyorum. panik, öfke ve endişenin hakim olduğu bu ortamda bunları hissetmeyen tek kişi olabileceğimi hissedebiliyorum basit bir şekilde. derslere günü gününe çalışmanın insanların umursamadığı ancak size getirdiği çok şey vardı, en önemlisi hiçbir zaman hazırlıksız şekilde yakalanmıyordunuz hiçbir duruma, her koşul karşısında eksiksizdiniz ve bu oldukça büyük bir mühimmiyet taşıyan bir sevinç kaynağıydı. elbette bunu anlayabilen çok az insan vardı çevremde, mesela suna bunu hiçbir zaman anlamadı. her gün ders çalışmamı gereksiz buldu, derslerimin zaten iyi olduğunu, bir gün de çalışmasam bir sorun olmayacağını söyledi ama bilmiyordu ki derslerimin iyi olması her gün çalışmamın sebebiydi.
bunun yanında son sınıf öğrencisi olarak bu benim bir görevimdi, istemesem de yapmak zorundaydım. insan geleceği görebilir ancak söylenilenin aksine onu yönetemezdi. çünkü hayatı hayat yapan belirsizlikti. bunun yanında hayat çukurlarla doluydu, önlem almadan yürümek tam bir aptallıktı. bu yüzden çalışıyordum, bu çukurlara kendimi düşürmemek için.
bu kimse için anlaşılır bir şey olmadı.
arkadaşlarım beni anlamadı.
onlarla dışarıda saatlerce oynamak yerine evde saatlerce ders çalışma sebebimin belirsizliğin bana kattığı stres olduğunu görmediler. beynimdeki boşlukları doldurmaya çalışırken kalbimde boşluklar açtığımı görmediler. onun yerine bana zeki ancak ruhsuz demeyi tercih ettiler.
itiraf etmek gerekirse hâlâ bunun üzerinde düşünüyordum. ben fazla zeki sayılmazdım, sadece çok çalışıyordum, kendimi geliştiriyordum, bunun için güçlü bir azmim vardı. ruhum ise sanırım hiçbir zaman çözemeyeceğim bir sırdı. onu anlayamıyordum, bazen onu hissedemiyor, bazı zamanlar ise tam merkezimde, en sıcak halinde hissetmek için büyük bir arzu duyuyordum.
"şuna bak, kavgaya karışmış yine."
"yine mi? bu çocuk ne zaman akıllanır sizce?"
çaprazımda, pencereden dışarıya bakan ikiliye dönüyorum. meraklı bir şekilde camdan dışarıya bakmaları ilgimi çekiyor.
"kimmiş o kavgaya karışan?"
sorum üzerine bana dönüyorlar.
"ah, kita. miya atsumu'dan bahsediyoruz."
duyduğum cevap üzerine ayağa kalkıp pencerenin önüne geçiyorum. işte orada. yüzünde yenilenmiş yara bantları ve elinin üstüne sarılmış bandajlar ile düne göre daha iyi görünüyor. onu izlemeye devam ediyorum, etrafında ona bakarak yürüyen insanlara rağmen hiçbirine bakmadan ellerini pantolonunun cebine sokarak sadece kardeşinin karşısında duruyor. kardeşinin el ve yüz hareketlerine bakılırsa ona karşı sitem ettiğini söylemek mümkün.
yanımdaki ikili bana yaklaşarak devam ediyor. onunla birkaç kez konuşurken görmüş olmalılar ki beni onun hakkında bilgilendirmek istiyorlar.
"tebrik etmek gerek, üst sınıflarını dövmüş. hani şu kabadayı kılıklı tipler var ya, ııı, neydi adları?"
diğeri cevaplıyor.
"shuji ve ekibi işte."
"hah, evet onlar."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
arrival | atsukita & sunaosa
Fanfictionsıradan denilebilecek yaşamına ve klasik rutinlerine bağlı yaşayan kita shinsuke'nin hayatı, miya atsumu ile tanışmasıyla değişmeye başlar. st: 010321