Faun - Hekate
Hayatım, hayatımız, her şey önceden belirlenmişti. Bize düşen yalnızca nefes alıp yolumuza bakmak ve bazen de sorgulamaktı olup biteni.
Geçmişte yaşamış atalarımızın izini takip ediyorduk, adım adım. Rüzgara karşı gitmiyorduk çünkü engeller bizi yıkabilirdi. Yeni yollar çizmiyorduk çünkü halihazırda bir var olan vardı.
Kolay olan buydu, engelle karşılaştığında, kader seni neye sürüklerse onu seçmeliydin.
Ve kendi hayatını bir kenara atmalı, ipin ucunu bırakmalı, olanı biteni seyretmeliydin.
Oysa Tanrı'nın bizden beklediği bu olmasa gerekti ancak hayatımın gidişatı kadere bağlı kalmışken elimden gelen başka bir şey de olmayacaktı.
Çünkü benim kaderim bir düğüme dönmüş, beni delirtecek raddeye gelmişti. Ben bir seçim yapacak halde değildim çünkü karşımda bana sunulmuş bir tercih hakkı yoktu. Ya da henüz yol ayrımına gelmemiştim.
Rüyalarım ya da kabuslarım -her neyse- bir gerçeğin gölgesinde sızıveriyordu ciğerlerimden içeriye.
Ben anlamakta zorlanıyordum, son zamanda olanı biteni algılamakta çok güçlük çekiyordum.
İşim neydi benim Ortaçağ'da? Ne demeye buradaydım, daha doğru düzgün tanıyamadığım yaşıtım bir oğlanla?
O zihnimin içinde konuşan da kimdi, asıl o delirtecekti beni. O biliyordu beni, en zayıf anımda sızıyordu zihnimin derinliklerine.
Ve fırlıyordu dilimden zehirli birkaç kelime.
Ama şimdi çıkmıyordu, belki bir saattir belki iki. Belki de üç bilmiyorum. O ağacın karşısına geçmiş kabusumdan arta kalan görüntüye bakıyordum. Hayal olsun istemiştim, Draco'ya o kan izlerini görüp görmediğini defalarca kez sordum.
Hepsinde aynı cevabı verdi, hepsinde biraz daha düştüm dibe.
"Hermione, artık kalkman gerek." dedi belki ellinci kez.
"Kim olduğunu biliyor musun?" dedim, ağacın kabuğundan gözlerimi bir an bile ayırmadan.
"Biliyorum, sen de biliyorsun. Ben Draco'yum sen de Hermione." Dudaklarımın arasından kısık sesli, alaylı bir gülüş fırladı.
"Ama kim olabileceğini biliyor musun, ha? Kim olabileceğini biliyor musun?"
"Ne demeye çalışıyorsun?" dediğinde başımı olumsuzca iki yana salladım.
Bir elini bana destek olmak amacıyla omzuma koymuş, tıpkı benim gibi dizlerinin üstünde arkamda duruyordu. Omzumun üstünden ona döndüm, saatlerce haraket etmeden baktığım ağaçtan çekmiştim şimdi gözlerimi. Ona bakıyordum.
"Ne anladıysan o işte." Omzumu silktim hafifçe. "Kimsin sen Draco? Sen de yiyor musun kafayı benim gibi? Yoksa, senin yüceliğin dillere destan olsun diye, kafayı sıyıracak olan ben miyim?"
Başını iki yana salladı, gözlerini şaşkınca kırpıştırıyordu. "Saçmalıyorsun, ne dediğini anlamıyorum. Sanırım biraz dinlenmen gerek, hadi kalk." demişti son cümlesinde ayağa kalkıp elini benim de kalkmam için bana uzattığında.
"Sanırım beni aptal sanıyorsun," dedim sakince. "Ya da kendin de aptalı oynuyorsun. Bunu ilk gün anladım Draco, sen O'sun. Son Lord, geçmişin hikayesini tamamlamak için gelecekten gönderilen bir kurtarıcı." Uzattığı elini tutarak ayağa kalktığımda sendeledim, düşmemem için belimden tuttu.
"Hogwarts'ta bir dedikodu dönüyordu, çağımızın en zeki cadısının, kehanet dersinin saçma olduğunu haykırarak sınıfı terk edip gittiğine dair. Şimdi ne değişti de inanıyorsun Trelawney'nin kehanetlerine?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dragon Lord | Dramione
Fanfiction• "Bir oğlan vardı gencecik, Bir de kız, zihni henüz tazecik Kaderleri yazılmış asırlar önce, Ne ettilerse geçemediler önüne." • O anlatılandı, efsanelere konu olan. Hep bahsedilen kendinden, yüceliği dillere destan olan. Attığı adım yeşertecekti...