bölüm bir - aynalı köyün kavalcısı

304 42 57
                                    

hava leş gibi. şubat ayı. hafif kar yağmış ama öncesi yağmurlu olduğu için çamurdan başka bir şey değil. trafik kilit.

boğazım kuruduğu için değişik bir yere giriyorum, içinde apır sapır aynalar var. hoş desen değil çirkin desen haksızlık olur. sergi falan olmalı diye düşünüyorum, panayırdan bir kesit gibi. panayırlardan nefret ederim.

önünden geçtiğim her ayna beni başka birine çeviriyor. gözlerimin altı halka halka, yorgunluktan geberiyorum.

biraz ısınana kadar burada kalmalıyım, hava soğuk, ben hastaneden geliyorum.

saçlarımın arasına karışan kar taneleri erirken aynaların arasında yürüyorum. bir ara öyle bir yere geliyorum ki bir anda odada benden 50 tane oluyor, neredeyse kendi vücudumun nerede olduğunu unutacağım. hafiften baş döndürücü olduğunu söylemek mümkün.

hava soğuk ama etraf sakin, sanki bir ben biliyorum buradaki garip aynalı yeri.

bir de uzaklardan hıçkırık seslerini duyduğum çocuk, o biliyor. kanım kaynıyor birden ona, hemen gidip tanışmak istiyorum ama çıkışı bilmiyorum ki, küçücük yerde kayboldum.

eldivenlerinden birini çıkarıp soğuktan uyuşmuş parmaklarımı çıtlatıyorum, bana iyi geliyor. bir yolunu bulup o odadan çıkıyorum ve gezmeye devam ediyorum. bazen öyle komik hallere bürünüyor ki yansımam, utanmasam kahkahalarla güleceğim.

yansımam ikilendiğinde olduğum yere çakılı kalıyorum, yemin ederim, gözümün önünde çok güzel bir oğlan var. gözleri yaşlı ama eminim hep parıl parıl, sadece ondan değil. kızarmış burnu ve kulakları soğuğun da etkisiyle iyice kendini belli ediyor, yanaklarında biraz çil var, ta buradan görebiliyorum.

garip. heyecandan bir anda sıcacık oluyorum, yüreğimde afedersiniz biri odun sobası yakmış gibi. çatır çutur yanmışım. halbuki çok anlamsız onu da biliyorum. saçma. ben normalde böyle tutulmam. halim yoktur pek tutulmaya.

elim karıncalanırken yanına gidiyorum, cebimde bir peçete var, hastanenin yemekhanesinden aşırmışım dün değil önceki gün, onu uzatıyorum.

hiçbir şey demiyor ama geldiğimi başından beri gördü zaten, arkasında kocaman bir yansıma var. aslında ufak tefek biriyim ama ayna öyle göstermiyor. kocaman hissedip içten içe böbürleniyorum, gereksiz gelse de böyle şeylere aldırmam ben.

peçeteyi tekrar uzattığımda önce "git başımdan," dese de hemen alıyor, gitmemi istemediğini düşünmeme sebep olacak bir şekilde söylüyor bunu. belki kafamda kuruyorumdur.

hiçbir işim yok, hava soğuk, ben hastaneden geliyorum. yanına oturuyorum öylece. çıtımız çıkmıyor. hayır, o aslında biraz daha ağlıyor sessiz sessiz, ben dinliyorum. hastanede her gün duyduğum sesler, alışkınım ama nedense hafif üzgünüm bu sefer.

hani böyle, inanır mısınız bilmem, sanki önceki hayatınızdan birisi çıkagelmiş gibi hissedersiniz ya bazen, tekrar tanışmak zorundaymuşsınız gibi, yarım kalmışlıkları tamamlamak lazımmış gibi. tam öyle hissediyorum.

"ahmaklar!" diye sayıklamaya başlıyor, öncesinde kıvırcık saçlarını hırsla geriye doğru itmiş. düşüncelerimi bölüyor. "ahmak mağara adamları işte ne olacak!"

burnunu sildiğinde kafamı çeviriyorum, garip bir anmış gibi geliyor. ayrıca canlı canlı ahmak dediğini duyduğum ilk insan. ben sadece dublajlarda kullanılıyor sanıyordum onu hep.

"ne oldu?"

sorduğumda hiç çekinmeden anlatmaya başlıyor, maksimum hazırlık okuyor, diye geçiriyorum içimden, yaşıt gibiyiz.

aloha! Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin