babam beni seoul'a göndermeye karar verdi. nereye gideceğimi o da bilmiyor, "bir okul bul, oku minho." diyordu. daima biraz beceriksiz ve aslında içten içe mahcup bir çocuk olduğum halde babamın bana böyle söylemesi, oğlunu ne kadar az tanıdığını göstermeye yeterliydi. ne de olsa, içimde bazı yönlere doğru gizli birtakım arzular duyuyordum.
okuldayken hocalarımın takdirini kazandığım bir ders vardı: oldukça iyi resim yapıyordum. seoul'da bulunan rastgele bir güzel sanatlar akademisine girmek ara sıra aklımdan geçer ve bana tatlı hayaller kurdururdu. zaten küçüklüğümden beri fazlasıyla hayal dünyasında yaşayan biraz sessiz bir çocuktum. en büyük zevkim evin bahçesinde veya bir nehirin kenarında yalnız başıma oturup hayallere dalmaktı.
bu hayaller, hareketlerimle büyük bir tezat teşkil edecek kadar cesurca ve genişti: okuduğum sayısız tercüme romanlarındaki kahramanlar gibi, her sözüme tereddütsüz itaat eden beraber ortalığı kasıp kavurduğum, bir sokak ötede oturan ve içimde şeklini pek tayin edemediğim tatlı arzular uyandıran adını hatırlayamadığım bir kızı, taktığım tuhaf eşyalarla bana ait olarak gördüğüm sokakta fazla belirgin olmayan, sessiz bir yere kaçırdığım olurdu. onun nasıl korkup çırpınacağını, sonra, önümde tir tir titreyen insanların nasıl bir hayrete düşeceğini ve nihayet kim olduğumu öğrendiğinde, saklayamadığı bir sevinçle nasıl haykırarak boynuma atılacağını hayal ederdim.
bazen büyük kaşifler gibi afrika'da gezer, yamyamlar arasında görülmemiş maceralar geçirir, bazen meşhur bir ressam olur ve avrupa'yı dolaşırdım. bütün okuduğum kitaplar kafamda silinmez şekilde yer tutmuştular.
seoul'a geleli bir sene olmak üzereydi. günün birinde gayet iyi hatırlıyorum, yağmurlu ve karanlık bir ekim ayı gününde, dergileri karıştırırken, yeni ressamların açtığı bir sergi hakkındaki eleştiri makalesi gözüme ilişti. ben bu yenilerden pek bir şey anlamıyordum. belki eserlerindeki fazla iddia, herhangi bir şekilde göze çarpmak, kendini göstermek çabası benim mizacıma aykırı olduğu için onlardan hoşlanmıyordum. bu yüzden dergideki yazıyı bile okumadım. fakat birkaç saat sonra, gene rastgele sokaklarda dolaşarak günlük gezintilerimden birini yaparken, dergide bahsedilen serginin açılmış olduğu binanın önünde bulunduğumu fark ettim. yapacak önemli işlerim yoktu. tesadüfe itaat ederek içeri girmeyi tercih ettim ve duvarlardaki küçüklü büyüklü birçok tabloları alakasız gözlerle seyrederek uzun müddet dolaştım.
resimlerin çoğu insana gülümsemek arzusunu veriyordu: köşeli dizler ve omuzlar, nispetsiz başlar ve göğüsler, elişi kâğıdından yapılmış gibi keskin renklerle gösterilmeye çalışılan tabiat manzaraları. kırık bir tuğla parçası kadar şekilsiz kristal vazolar ve suçlular albümünden alınmışa benzeyen korkunç portreler... ama ne de olsa insan eğleniyordu. bu kadar az emekle bu kadar büyük işler başarmaya kalkan insanlara belki içerlemek gerekirdi. fakat onların hiç kimse tarafından anlaşılmamak ve gülünç olmak gibi bir cezayıda adeta marazi bir zevkle ve isteyerek kabul ettiklerini düşününce acımaktan başka yapılacak iş yoktu.
büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbire durdum. o andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkân yok. yalnız orada, tanımadığım bir insanın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. bu portrede ne vardı? bunu izah edemeyeceğimi biliyorum; yalnız, o zaman kadar hiçbir insanda görmediğim garip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
for the first time, hyunho
Short Storyhayatı sanat olan Lee Minho, gittiği sergide gördüğü portredeki uzun siyah nazik saç tellerine ve kalın geniş toz pembe dudaklara sahip olan adama, Hwang Hyunjin'e aşık olmuştu.