saatlerdir, saatlerdir dans ediyorduk. omzuma yerleştirdiğim kibar eli bir parça bile hareket etmemişti. ve tenindeki titremede hafiften diniyor gibiydi.
başımın yanından geçirdiği kafası sayesinde boynumun yakınlarında sıcak nefesini hissedebiliyordum. bu benim tenimi fazlasıyla yakıyordu. bir o kadar da hoşuma gidiyordu. sanırım eksik olan tek şey, altı biraz irice olan dudaklarını hissetmekti. ama bunun için daha çok erken olduğunu biliyordum. etrafımız hafifçe kalabalıklaşıp çiftlerle doluyordu bu yüzden daha az ilgi çekiyorduk artık.
kendi açımdan daha kolay olması için etrafımızdaki kalabalıkta gözlerimi gezdirmeye başladım. her sevdiği insanla dans edenin, dudaklarınla birlikte gözlerinde aşk dolu bir tebessüm vardı. ben de onlara gizli bir tebessümle bakarken bir anda omuzumdaki elin inip tekrardan parmaklarımın arasına girdiğini ve beni derin bir köşeye çektiğini fark ettim. beni hiç korkmadan masasına doğru çekiyordu. o anda boynuna sarılmak ve onu ağlaya ağlaya öpmek için gereksiz bir arzu duydum. hayatımda hiç bu kadar mutlu olduğumu, içimin bu kadar genişlediğini hatırlamıyordum. bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mutlu etmesi nasıl mümkün oluyordu? sadece beni masasına çekiyordu yaptığı bir şey yoktu.
ben masanın bir tarafında o ise karşımda duruyordu. ardından arkadaşça ile temiz bir tebessüm... ve ben bu anda başka hiçbir şey istemiyordum.
gözlerimle onu süzerek içimden mırıldanıyordum ve sergideki resmi seyrederken düşündüklerimin doğru çıktığını görmekle memnun oluyordum. o aynen benim hayal ettiğim gibiydi. başka türlü olsa bana öyle tanıdık gözlerle bakar, dans etmek için yanıma yakınlaşır mıydı? belkide sadece biriyle dans etmek istemişti, o yüzden gelmişti.
bir anda içimden cız diye bir şüphe geçti: acaba beni birine mi benzetti, dedim. fakat yüzünde en küçük bir tereddüt bile yoktu... tam bir emniyetle gözlerimin içine bakmış, sonra gülmüştü. ben bunları düşünürken o kalın geniş dudaklar aralanmıştı.
"neden sergiye gelmeyi bıraktınız?"
ani bir şekilde kafamda soru işaretleri oluştu. sergiye geldiğimi nereden biliyordu? özellikle her gün geldiğimi nereden biliyordu...? bu sorularımın cevabını hiç beklemeden almıştım.
"oradaydım, bir gün bile aksatmadan her gün gelip bütün gün orada olmanız dikkatimi çekti ve bir anda siz gelmeyi bırakınca merak ettim."
cümlesinin bitmesiyle gözlerimiz birleşti ve ben dudaklarımı aralayıp konuşamadığım için sadece öyle kalabildik. şimdi yine tekrardan bir gün bile aksatmadan ona bakmak istiyordum. fakat kendi portresine değil, gerçek ona bakmak istiyordum.
dudaklarımla anlatmam gereken şeyleri gözlerimle gözlerine anlatmaya çalışırken onun yüzünde "neden bana öyle bakıyorsun?" ifadesi yoktu. o benim tam karşımdayken, benim ilgimi fazlasıyla çeken tatlı dudakları yakınımdayken ve o portredeki gerçek olamayacak kadar büyüleyici insan gerçekken nasıl konuşup düzgün bir cümle kurmayı başarabilirdim? yaşadığım bu an bir rüya gibiydi.
cevap vermediğimi görünce başka bir şey söylemek için tekrardan dudaklarını araladı:
"hâlâ ailenizde bana benzeyen birinin olmasını ister misiniz?"
ilk anda şaşırarak durdum. sonra sergide başka bir ressamla yaşadığım tanıdık diyalog geldi. "neden günlerdir buraya gelip saatlerce bu tabloyu izliyorsunuz?" sorusuna heyecandan fazlasıyla saçma bir cevap verip, böyle birinin aile üyem olmasını istediğimi söylemiştim. gerçekten niye böyle bir salaklık yapmıştım? o ressamın söylemiş olduğunu düşününce kulaklarımda hafif bir yanma hissettim. ardındam derin bir nefes alıp zor da olsa dudaklarımı hareketlendirdim.
"tabii, hem de nasıl."
"belki de olabilirim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
for the first time, hyunho
Short Storyhayatı sanat olan Lee Minho, gittiği sergide gördüğü portredeki uzun siyah nazik saç tellerine ve kalın geniş toz pembe dudaklara sahip olan adama, Hwang Hyunjin'e aşık olmuştu.