-I-
Bahar zamanıydı. Dört ulus da onlara binlerce yıl gibi geçmiş bir asırlık esaretten, savaştan kurtulmuştu. Hayatlarındaki tüm rahatlama, bedenlerine de ruhlarına da bir gevşeklik vermişti. Herkes barışın coşkusuyla bir sarhoşluğa kapılmış, onlarca yıllık yaralar yavaş yavaş iyileşmeye başlamış, amcamın daha öncesinde kendi elleriyle bulamadığı otlar yeşermeye başlamıştı. Artık çay içmek istediğinde bahçeye hemen iniverecek, otları toplayıp kurutacak ve her akşam başka bir sıcak çay içecekti.
Hiçbir ulus düşmedi, kimsenin toprakları elinden alınmadı. Önceden, ulusum, diğer tüm ulusları yok sayıp onları esaret altına aldığında, aç ve susuz, askersiz, aileleri babasız bıraktığında; herkese tüm topraklara bir üstünlük kurduğunu kabul ettirmişti. Aang, tüm bu olanlara son verdiğinde, sanki hiçbir şey olmamış gibi, dünyamız yeni bir güne uyandı, doğan güneşle birlikte tüm pislikler karanlık geçmişin ardında kaldı. Kadim bir anlaşma gibi, herkes yurduna döndü, haritalar yeniden çizildi. Sessizlik uzun zamandan sonra ilk kez, korkudan titreyen sesleri bastırmak için değil, uzun süren tebessümleri açığa çıkarmak için kullanıldı.
Dediğim gibi, bahar gelmişti. Kemiklerimiz ısınıyor, yaylalarımız uzun zaman sonra ürkekçe yeşilleniyordu. Etrafa renk gelmiş, insanların yanaklarına kan yerleşmişti. O sabah, terlediğim için, sadece tunik giymiş, tuniği ince siyah bir kuşakla bağlamıştım. Hâlâ beyaz giyemiyordum. Beyaz benim için temizliğin, saflığın rengiydi, belki de herkes için. Her an korku doluydu içim ama kimseye belli etmemeye çalışıyordum. Amcamın neşesi ve güler yüzü de, o farkında olmasa bile bana umut ışığı oluyordu.
Yüzümü yeni yıkamıştım. Kahvaltıya inmeden önce beni yanına çağırdı. Odasından içeri girdiğimde bir parşömeni yeni katlamış, hasır ipliği etrafına dolamıştı.
''Son bir görev için çağırdım seni. Bundan sonra özgür olacak, kendi yolunuzu kendiniz seçeceksiniz.''
Sakince gülümsüyor, çayını yudumluyordu. Beyaz saçlarını, eve döndükten sonra biraz kısaltmıştı. Yine de aynı şekilde arkadan bağlıyor, bir iki tutamı yüzünün iki yanından bırakıyordu. Odasını, çiçeklerle döşemişti. Gece gündüz yerinde duramayan böcekler ona eşlik ediyordu.
''Ne gerekiyorsa yaparım.''
Yapardım. Tüm olanlardan sonra, hâlâ iyileşmeyen yaraları sarmak bu ulusa olan borcumdu. Kendi kanımdan daha önemli gördüğüm bu ulus için zamanında çok şey yapmaya çalışmış, onurumu kaybetmiştim. Bana verilen görevi yerine getiremediğim gibi, Avatar'a güvenerek ve onun arkasında çarpışarak girmiştim yıllar önce ayrıldığım yuvama. Kral Ozai'yi son görüşümde, Agni Kai'de, beni yakmadan önce bana nasıl baktıysa öyleydi. Değişen hiçbir şey yoktu. Benden nefret ediyordu.
Amcamın karşısında güçsüz düşmek istemedim. Sadece dudaklarımın arasından derin bir nefes çekip gözlerimi birkaç saniyeliğinde gözkapaklarımın arkasına sakladım. Benden nefret etmeyen biri var mıydı? Annem yoktu. Babam ve Azula benden nefret ederek yok oldular hayatımdan. Mai, çoktan benden ayrılmış, Ba Sing Se'de, surları yıkmak için Toprak Ulusu'yla müzakerelere katılacak olan gruba üye olmuştu. Iroh amcam, sadece bana göz kulak olmaya çalışıyor, bana danışmanlık yaptığı zamanların üstünü örtmeye korkuyordu belki de sadece. Bazı geceler, uyku tutmadığında, Lu Ten'in sadece tek bir resminden tanıdığım yüzü önümde belirirdi. Amcamın, beni, kaybettiği oğlu yerine koymuş olabileceği gibi bir düşünce beynimi kemiriyor, kendime olan inancımı zayıflatıyordu.
Hiç arkadaşım yoktu. Ailemde beni gerçekten tanıdığını ve sevdiğini düşündüğüm biri yoktu. İstenmeyen, yine de bir şekilde hayatta kalan ve bir parazit gibi büyüyen bir canlı gibi hissediyordum kendimi. Babası tarafından yüzü lanetlenmiş, daha küçücükken annesinden koparılmış ve on altı yaşındayken sürgün edilmiş bir çocuk.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Mavi Ruh ~ [Zukka]
FanfictionZuko'nun saçları uzamıştı ve onun saçlarını sadece Sokka kesebilirdi. 🐼