2 / uyumadın

949 86 18
                                    


Hurda ve küflü demirlerden oluşan mavi ışıklarla kaplı binanın içi tozlu, karanlık ve terk edilmiş bir malikane gibiydi ama içinde o kadar çok kişi vardı ki kapılardan ve garip yerlerden girip çıkan. Öyle ki Jungkook çarşıda annesinin elini yanlışlıkla bırakmış bi oğlan çocuğu gibi hissetmişti kendini.

Ölüler nasıl bu kadar dinçti?
Yoksa asıl yoran şey yaşam mıydı gerçekten?

Bir kaç kişiye yanlışlıkla omuzu çarptığı an düşüncelerinden ayrılmış ve afallamıştı. Çarptığı kişiler bir iki saniye ona bakıp göz çevirerek uzaklaştıklarında arkadan seslerini duymuştu.

'Bu o yüz karası!'

Jungkook duyduğu cümlenin etkisiyle bir kaç saniye yerinde çakılmış gibi dururken aklına arkasında bıraktığı annesi gelmişti. Onun gerçekten elini bırakmıştı ve kaybolmuştu sanırım...
Güldü... Acı bir gülüştü bu gülüş...

Arkasından gelen bir takım seslere yöneldi. Bir aile yaşlı, genç, çocuk toplanmış bir makineye benzer bir kapının önünde durmuş en gençleri olarak gözüken çocuğa bir şeyler anlatıyorlardı.
'Çocuğum bak bu kapı dünyada istediğin her yere götürür seni.'

Bir yetişkin adam atıldı yaşlı kadının sözüne.
'Ama sadece ruh olarak, insanlar seni duyamaz yavrum.'

Yaşlı bir adam gencin omuzuna elini koydu.
'Bunu seveceksin evlat, çok zevklidir.'

' Bu görüntü benim aklımı bi anda başıma getirmişti... Bu ölüm soğuğu gibi olan yerde benim kaçırdığım sıcaklık buydu sanırım...

Ben terk edilmiştim, öldükten sonra bile hah! Ne kadar ironik? Sorun şu ki ben yaşarken bile böyle bir aileye sahip olmamıştım. Yaşarken bile yapayalnız ben, burada da aynıydım ama daha artı olarak utanç içinde...

İliklerime kadar hissetmiştim burada yalnız kalmanın soğukluğunu...
Çok imrenmiştim o gence...
Ben onun yerinde olamayacak ne yapmıştım ki? Zaten onlar sebep olmamış mıydı benim kendi canıma kıymama? özür dilemek yerine beni kovmuşlardı... ' düşünerek taştan binanın ortasında dikili kalmıştı.

Jungkook yüzünü koluna bir hışımla sildi ama ıslaklık yoktu, o görüntüden gözünü çekerek önüne gelen ilk kapıyı açıp içeriye girip etrafa bakındı.

Etraftaki kırık veya sağlam yerleri daha az olan, yere dayalı tablolara bakılırsa burası sanat odasıydı. Garip şekilli tablolara yaklaşarak bakındı. Bir çaydanlıktan kuru kafalar, içi kan dolu bir fincana dökülüyordu...

Ölü olunca çizdikleri şeylerde böyle oluyor sanırım.

Biraz duvara doğru yürüdüğünde karşılaştığı tabloda bembeyaz, üstü çıplak bir insan bedeninin teninde kesikler vardı. Morluklarla doluydu vücudu ve kendi saçlarını çekiyordu...
O çocuğu aradığı geldi aklına...

Ona karşı suçlu hissediyordu. Sanki onu incitmiş gibi.

Hafifçe öteye gittiğinde kahverengi takım elbiseli bir adamla karşılaşmıştı, düz beyaz bir tabloya elindeki siyah boyaya bulanmış fırçayı gelişi güzel savuruyor takım elbisesine sıçrayan boyaları tınlamıyordu bile.

"Şey... Afedersiniz?"

Adam çocuğa dönerek gülümsedi.
"Ne oldu delikanlı- yani kanımız yoktu."

Jungkook başını iki yana salladı, adam yaşarken bu söze alışmış olmalıydı.
"Sorun değil. Birini arıyorum da... böyle kahverengi dağınık saçlı ve beyaz altı uzun bir tişörtle şort giyiyor."

Adamın gözleri hatırlamış bir ifadeyle açıldı.
"Şu etrafta sürekli gezinen çocuk?"

"Sanırım. Onu gördünüz mü?"

The Dead Don't Make Love  -tkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin