Jeongin heyecanından asla uyuyamamıştı tüm gece. Bu ona inanılmaz geliyordu; saraya gidecekti, gezecekti. Üstelik sarayın prensi Hyunjin'di. Hyunjin'i çok seviyordu. Sadece birkaç gündür tanıştığı kişiye çok yakın hissediyordu.
Tek ayağının üzerinde sekerken "Baba ben çıkıyorum!" diyerek haberdar etti babasını.
"Prens seni nasıl davet etti yahu, hâlâ inanamıyorum."
"Ben de inanamıyorum baba!"
"Seninle gurur duyuyorum oğlum, dikkatli ol lütfen."
"Olurum babacığım, ben de seni çoook seviyoruum."
Dışarıya çıktığında Chan'ı kapının önünde gördü, çok heyecanlanıyordu ama sakin kalmaya çalışıyordu. Diğerlerinin gözlerine kötü görünmek istemiyordu. Korkuyordu da çünkü ilk defa arkadaşları oluyordu.
Chan'ın onu görmesiyle "Günaydın Jeongin, nasılsın?" diye sorması bir oldu.
"Günaydın Efendim. Teşekkür ederim, siz nasılsınız?"
"Mutlu hissediyorum! Sabah en sevdiğim patatesli yumurtadan yedim."
Jeongin güldü, ilk konuşmalarında bu kadar samimi olmasına çok mutlu oldu.
"Nasıl oluyor da ilk defa konuştuğunuz birisine çok samimi davranabiliyorsunuz? Çok hoşuma gitti teşekkür ederim."
"İnan seninle uzun süredir konuşmuş gibi hissediyorum, Hyunjin senden çok bahsediyor ki."
Bunu duyunca kızardı ufaklık, 'acaba prens de benden mi etkileniyor? Saçmalama Jeongin kendine gel.' diyerek yanağına ufaktan tokat attı. Neyseki Chan görmemişti bunu.
Konuşmanın heyecanlı yerinde atlı araba durdu, hadi inelim dedi Chan. Ufaklık bu sürede gelebildiğine şaşırmıştı. İndi ve bacaklarının titrediğini fark etti. 'Sakin ol Jeongiin. Geldin işte, her şey güzel olacak.'
"Selam Jeongin!" diye üstü topraklı iki adam karşıladı onu: Han ve Minho. İkisi bahçıvandı herhalde, baya birbirlerini seviyor gibi görünüyorlardı.
"Selam." diye karşılık verdi Jeongin.
"Senden bir ricamız olacak, bu kıyafetleri giymen gerekiyor yoksa seni içeri sokmamız zor olabilir." diyerek şef takımını uzattı Minho.
Takımı aldı ve Han'ın odasına gittiler. Hızlıca giydi çünkü bir an önce Hyunjin'i görmek istiyordu. Yaklaşık 5 dakikanın sonunda saraya girmeyi başardılar, işte karşısındaydı Hyunjin. Beyaz atlı prensin tam tanımıydı, pamuk gibiydi üstündekiler. Çok yakışıklıydı. Usulca Hyunjin'in yanına ilerledi.
Prens stresli bir yutkunmanın ardından "Selam" diyebilmeyi başardı. "Sana sarayı gezdirmeyi çok isterdim ama çok yoğun sarayın içi, özür dilerim bunun için. Direkt odama geçelim mi?"
"Olur tabii ki." dedikten sonra prens ve kendisi, diğerlerini geride bırakarak ilerlemeye başladılar. Jeongin gözlerini prensten alamıyordu, sarayı inceleme fırsatı hiç olmamıştı.
"Beni nasıl içeriye alabildiniz?" diye sordu mavi saçlı. Duyduğuna göre kral çok katı birisiydi, korkuyordu birazcık.
"Evet katı olduğu doğrudur fakat kral pek çalışanlarla ilgilenmiyor. Seungmin, sağ kolu, o ilgileniyor. Chan halletti, Seungmin ile iyi anlaşıyorlar. Direkt yeni aşçı alınacağını söylemiş, Seungmin ise kabul etmiş."
"Hmm, anladım. Teşekkür ederim beni direkt sevgiyle karşıladığınız için."
"Asıl ben teşekkür ederim, bana sevgiyi yaşattığın için." dedi Hyunjin. Jeongin ise kızardı, kıpkırmızı oldu. Prens ise bunu gördü, daha fazla utanmasın diye önüne dönüp tebessüm etti.
Sonunda prensin odasına varmayı başardılar. Kapıyı açtığında gözleri parladı ufaklığın, oda kocamandı. Mükemmeldi.
Prens, mavi saçlıyı balkonuna yönlendirdi. Çıktığında bir masa olduğunu gördü. masanın üstünde yaprakları lekeli sümbüllerve bir sürü yiyecek vardı. Yan yana oturdular koltuğa. Jeongin sümbüllerin lekeli olmasına çok şaşırmıştı, neden lekeliler diye sordu.
"Hyacinth ve Apollon aşkını biliyor musun?"
"Bir sürü kitap okudum ama bilmiyorum, merak ettim anlatsana."
"Hyacinth çok yakışıklı bir prens, Apollon ise müziğin, sanatların, Güneş'in, ateşin ve şiirin tanrısı, kehanet yapan, bilici bir tanrı. İki çocukluk arkadaşı Apollon ile Hyacinthus disk atma oynadıkları sırada Apollon'un attığı disk Hyacinth'ın başına çarpar. Apollon Hyacinth düşerken yakalar ancak orada can veren Hyacinth'in bu durumuna Apollon çok üzülür. Dostu ve aşkı Hyacinth'in adının bir çiçek olarak yaşamasını ister. Hyacinth'ten toprağa damlayan kan orada sümbüle dönüşür. Bu çiçeğin taç yaprakları üzerinde Apollon'un acı haykırışlarını ya da Hyacinthus isminin baş harfini Yunanca olarak görmek mümkün diyorlar hatta. Apollon'un, Hyacinth'in ölümünün ardından döktüğü gözyaşları yüzünden sümbül çiçeğinin yaprakları lekeli oluyor. Ben de bu yüzden sümbüllerin lekeli olmasını istedim. Çok ilgimi çeker bu hikaye."
"Wowww gerçekten harikaymış!"
"Sen de benim Apollon'umsun Jeongin." dedi yakışıklı prens. Bunun üzerine Jeongin Hyunjin'in dudaklarına doğru ilerledi. Sanki kendisi yapmıyordu, hareketlerini kontrol edemiyor gibiydi. Titriyordu, her zerresi titriyordu.
Dudakları prensin dudaklarına ulaştı, işte o an prensin dudaklarının elmadan bile lezzetli olduğunu düşündü. Prensin dudakları yasak elmaydı, ama o elmayı her ısırdığında daha da fazla ısırmak istiyordu. Kendini kontrol edemiyordu, mükemmel bir hazzın içerisindeydi ve karşısındakinin de çok etkilendiğini anlayabiliyordu. Çok güzel öpüyordu onu prens, sanki 40 yıl kavuşmayı bekliyorlarmış gibi.
.......................
Açıkcası hikayeyi angst bitirmek istemiyorum ama angst olacak gibi. Çok uzun da tutmak istemiyorum, tadında bırakmak istiyorum. Umarım seveceğiniz bir eser yaratabilirim. Tahminen en fazla 15-18 bölüm falan olur.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the prince|hyunin
FanfictionHyunjin, baskıcı bir kralın oğluydu. Kral Hyunjin'in hayatını yönetiyordu, Hyunjin'in tek yaptığı ise ona verilen rolü oynamaktı. Ama bir gün Hyunjin, rolünün dışına çıktı; köylü olan Jeongin'e aşık olarak.