GİRİŞ
Yıldızların rehberliğinde, kilometrelerce uzanan gecenin karanlığına bürünen okyanusta süzülen bir gemi vardı. Kan ve vahşetin hapsolduğu kıtanın limanından demir alarak umuda yelken açan bir gemiydi O. Dalgalar bedenini dövüyor, rüzgâr ana direkten dalgalanan yelkeni okşuyordu. Bir kaçıştı bu ve belki de bir yok oluş. Suskun gecenin kaçak yolcusu, suçlu kıtanın masumuydu.
Geminin ufak kamaralarının birinden bir çocuk fısıltısı karıştı gecenin suskunluğuna. "Anne" dedi çocuk, yatağın başında oturan ve başını okşayan kadını ima ederek. "Ülgen sahiden güzel bir yer mi?"
Çocuğun kulağına eğilen kadın ona aynı fısıltıyla yanıt verdi. "Güzel bir yer bir tanem, ölüm ve kavganın olmadığı bir yer."
Çocuk gözlerini merakla açtı ve "Öyle bir yer gerçekten var mı yoksa bana anlattığın masallar gibi orası da mı gerçek değil?" diye sordu. Annesi sesinde ki hayrete pek şaşırmış değildi çünkü böyle bir yerin varlığından kendisi de emin değildi. Bir an düşündü. Bu olabilir miydi, ölümün ve kavganın olmadığı bir yer, masallar dışında, var mıydı hakikaten?
Oğlunun saçlarını okşayarak ona ikinci kez yanıt verdi. "Neden olmasın bir tanem, yeryüzünde iyiler de var sonuçta." dedi ve tam o anda zihninde bir karartı beliriverdi hakikaten yeryüzünde iyiler var mıydı? Yani hiç çıkar gözetmeksizin yardım edenler, kocaman bir gülümsemeyle tüm dertleri unutturanlar ya da sadece sebepsiz yere kimseye zarar vermeyenler. Olabilir miydi bu, böyleleri var mıydı?
Çocuk, uyku gözlerini ziyaret etmeden evvel son bir soru soracak aralık buldu. "Anne, Ülgen'de arkadaşlarım olacak mı?"
Annesi dudaklarını hafifçe oynatarak gülümsedi. "Elbette olacak. Ben sana ne demiştim orada kimse kimseyi dışlamaz. Herkesin eli açıktır."
Çocuk uykuya teslim düşen gözlerini son kez kocaman açıp "Birde kalpleri." dedi.
Annesi bu sefer daha belirgin gülümseyerek "Aferin sana. Anlattıklarımı unutmamışsın." diyerek oğlunu taktir etti. Ardından alnına salınan saçları geriye çekerek bir öpücük kondurdu. "Son bir şey daha oğlum, bize nereden geldiğimizi ve kim olduğumuzu sorduklarında ne diyeceksin?"
Çocuk gittikçe kısılan bir sesle "Rüzgârlı bir ovanın ortasında ki gölün kıyısından geldiğimizi ve oralı olduğumuzu söyleyeceğim." dedi ve gözleri kapandı.
Kadın bir süre daha oğlunun başında bekledikten sonra yataktan usulca kalktı. Kamaradan ayrılmadan önce oğlunun yanağına yumuşak bir öpücük kondurdu.
Kamarasından çıkıp koridor boyunca ilerleyen kadın, tenine işleyen soğuğun etkisiyle kollarını birleştirip güverteye inen merdivenlere geçti. Her adım atışında aklına geride bıraktıkları geliyordu anılar ve yaşanmışlıklar. Hayır hayır pişman değildi aksine mutluluktan içi içine sığmıyordu. Kendisi için çocuğu için çok daha iyi bir hayata erişebilme ümidiyle binmişti bu gemiye. Tıpkı diğerleri gibi.
Güverteye vardığında orada usulca bekleyen içlerinde ki korku ve mutluluğun dengesini kurabilmek için savaş veren yetişkinleri gördü. Geçmişin acısından kurtulan ve geleceğin getireceği belirsizliği beklemekte olan onlarca yetişkin. Güverte korkuluklarından birine yaslanıp başını göğe kaldırdı. Işıl ışıl parlayan yıldızlara ve gezegenleri Odlus'un çocukları diye adlandırdıkları Mino ve Lura'ya baktı. Bu iki uydu binlerce yıldır oradaydılar. Odlus'un kahrına ve yavaş yavaş ölüşüne tanıklık ediyorlardı.
İleriden, geminin rotasının tam ortasından, serin bir rüzgâr esti. Ardından sıcak bir yel ve kulağa boğuk gelen gök gürültüleri duyulmaya başlandı. Gemiye doğru koyu mavi bir ışık seli akıverdi. Daha kimse ne olduğunu anlayamadan yükseklerden bir yerden korkunç bir çığlık duyuldu. Güvertede halihazırda duran yetişkinlerin korku dolu bakışları arasından çığlığa eşlik eden bir haykırış kopuverdi.
"Orada, hala orada. Yok olmamış!" herkes telaş içinde güvertenin korkuluklarında başlarını sarkıtarak rotalarının tam orta noktasını bıçak gibi kesen koyu mavi ışık şeridine doğru yaklaşmakta olduklarını görür görmez bütün an kaosa boğuldu.
Güvertede ki çığlıklar kamaralara yayıldığında ansızın beliriveren kargaşa geminin hızla içine çekildiği yıldırımlar yağdıran bulutları, insan boyunu yüz yetmiş kat aşan devasa dalgaları ve dahi soğuk ve sıcağın harmanlanıp cehennem alevlerini buzullarda dans ettiren lanetin çığlığını ört bas edivermişti.
Geminin bütün mürettebatı korku ve telaş içindeydi ve ölüme her rüzgâr fısıltısında bir mil daha yaklaştıklarının farkındayken yapabilecekleri tek şey yüce ve kutsal gezegenleri Odlus'tan merhamet dilenmekti. Her dilden farklı bir yakarış yükseliyordu. Kimileriyse kaptana ve kendilerini buralara sürükleyenlere lanetler yağdırıyordu. Derken güvertenin burnundan bir ses yükseldi. Herkesi her şeyi bastıran bir ses.
"Ar comten arsa jone soleya is Odlus.
Ar reyel arsa jone soleya is lia.
Ar relin bu soleya enonas, spena ve entkone oratiya.
Asdsa kalenmis ar pienbeten ve ar dezaten bi enfate faram onvakt ef vesekanerel.
Ti Onra Hemota Beya Enonasar."
Kıtaları ayıran savaştan önceki ortak dilde söylenen bu duaya Odlus'a inanlar kendi dillerinde eşlik ettiler.
"Odlus yurdunda olan gezintini tamamladın.
Şimdi ölümün yurdunda ki gezintin başlıyor.
Huzur, umut ve sonsuz dualarla ayrıl bu yurttan.
Uygarlığımızın ve savaşımızın bir parçası olarak geride her zaman hatırlanmaya değer bir hikâye bıraktın.
Yaratıcının Merhameti Seninle Olsun."
Gemi, onu hem kendine çeken hem de bu çekim kuvvetine karşı koymadığı için onu dalgalarla terbiye eden lanete direnebilmek için üretilmemişti. Aslında yeryüzünde ki hiçbir gemi bu niyetle üretilmemişti daha doğrusu üretilememişti. Asırlardır hiçbir canlı Odlus gezegenini ortadan ikiye bölen laneti aşıp da bir kıtadan diğerine geçememişti.
Sahi neydi bu lanet? Lanet, gezegenin ruhundan bir parçaydı. Ülgen ve Erlik ırklarının birbirlerinin ve dahi gezegenin sonunu getirecek savaşlarını önlemek için Odlus gezegeninin ruhundan bir parça vererek yarattığı ölümcül sınırdı. Ne zaman ki bir canlı o sınırı geçmeye kalkar işte o zaman cezası ölüm olur. Canlının niyetine bakılmaksızın.
İşte içinde umuda yelken açanların bulunduğu gemiye olanda tam olarak buydu. Erlik kıtasının ölüm ve kan kokan topraklarından, Ülgen kıtasının barış ve huzur dolu topraklarına doğru çıktıkları yolculuğun sonuydu.
Gemi ölüme giderken kadın son kez oğluna sarılmak ve onun hayatına mal olan bu kararı yüzünden ondan son anlarına değin özür dilemek istiyordu. Güverteye doluşan kalabalığın arasında oğluna bakındı ama göremedi. Aynı kalabalığı yararak kamaralara uzanan merdivenlere koşmaya çalıştı. Kalabalık öylesine sıkıydı ki bir noktadan sonra ilerleyemedi.
Umudunu yitirmemek için çırpınırken tanıdık bir ses duydu. "Anne!" başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde kalabalığın arasında çaresizce ayakta durmaya çalışan küçük oğlunu gördü. Dalgalı kahverengi saçları gözlerinin önüne inen çocuk bir eliyle saçlarını geriye atarken bir kez daha bağırdı "Anne! Korkuyorum!"
Kadın kalabalığı gücü yettiğince yararak oğluna doğru adımlamaya başladı. "Geliyorum anneciğim. Korkma. Geliyorum."
Çocuk annesinin kendisine yaklaştığını görünce içine yayılan güven duygusuyla gülümsedi. Annesi oradaydı, yanına geliyordu. O geldiğinde sımsıkı sarılacaklar ve her şey yoluna girecekti. Kabuslu gecelerde uyandığında annesine sarıldığı gibi ya da hasta olduğu zamanlarda onun öpücüğüyle huzur bulduğu anlarda ki gibi.
Ama sarılamadılar. Gemi gökten inen bir yıldırımla alevlere teslim olurken iki parçaya bölündü. Yolculuğun sonuna geldiğini lanetin eteklerinde ölüme sürüklenirken haykıran insanlarla duyurmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ODLUS: TİRAN OKYANUSU LANETİ
FantasyUzak bir gelecekte, bambaşka bir galakside ve bambaşka bir yıldızın yörüngesinde dönen Odlus gezegenini iki kıtaya bölerek birbirleriyle savaşmaktan başka bir şey yapmayan Ülgen ve Erlik halklarını ayıran Tiran Okyanusu Laneti 802. yıldönümünde bi...