- kimsesiz.

251 25 9
                                    

Beş evladından en aptalının hayata tutunmuş olmasının verdiği hüzün delirtmiş olacak ki annemi, rengini asla net hatırlayamadığım evimizin rutubetli duvarları ebeveynlerimin kanına bulandı tek gecede.
Ben kimim? Kimlerdenim? Soranım olmadı hiç, ben de cevaplarını düşünmedim. Uzun zaman sonra yeni bir güne başlamanın heyecanıyla gözlerimi açtığım ilk sabahım zehir oldu.

"Anne, kalk hadi."

Başında dikildiğim soğuk bedeni dürterken babamın deyişiyle çikolata karası ellerim, ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Neden o gün hep birlikte yanmadık? Biz bir aile değil miydik? Pardon, siz koca bir aile değil miydiniz benim gözlerim önünde?
Duvardaki saate yükseldi gözlerim bulunduğumuz duruma aykırı bir sakinlikle. Sekizi on geçiyor, hiç unutmam. Dersin başlamasına yirmi dakika kalmış. Koşsam belki yetişirim.

"Geç kalacağım."

Kurumuş kanın rahatsız kokusu bile hâlâ burnumda.
Gevşemiş parmakları arasındaki bıçağı almaya yeltendiğimde yoğun koku midemi öylesine bulandırmıştı ki tüm kahvaltı etme isteğim de yok olmuştu aniden. Üzerinde düşündüğüm bir sürü şey oluyordu genelde ama beklemiş bir cesetin nasıl koktuğunu hiç hayal etmemiştim.
Belliydi ki zaten gömleğim ütüsüz kalacaktı, bir de kahvaltı etmezsem öğretmenimden iyi bir azar yiyebilirim diye düşündüm. O yüzden her ne kadar mideme dokunmuş olsa da bu görüntü, kalkıp bir şeyler yemeliydim. Kuruyan kızıl da başka renklere dönmeye yeltenmişti anlaşılan çünkü garip bir hâl almıştı ekmek bıçağının üzerinde. Yıkandığım o zamanlar tenimden aşağı öylece akan sıvıya hiç benzemiyordu.

"Bu sabahlık kendim halledebilirim anne, sen uyu. Babam da hiç niyetli değil kalkmaya anlaşılan."

Bahçedeki çeşmeyi kullanmak daha mantıklıydı mutfak lavabosunu mahvetmektense. Yalnızca kendi sesimi işittiğim evden ayrılırken, içeriye bir daha hiç giremeyeceğimin farkındaydım aslında. Yine de dönüp son bir defa ardıma bakmadım. Çıplak ayaklarımı toprağa sürterek çeşmeye ilerlerken bir süre durdum ve başımı kaldırdım gökyüzüne. Ablam hâlâ gülerek beni izliyor mudur acaba? Annemizin evin ortasında öylece yatışının ne kadar komik gözüktüğünü bir bilse, kesin gülerdi benimle birlikte. Sanki bir aynadan yüzümü izliyormuş gibi kıvırdım dudaklarımı gergince. Böyle istemiyor muydu? Gül, gül, gül. İstediği gibi gülüyordum işte. Onun gibi gözlerimi parlatmayı henüz bilmiyordum. Dişlerim gözükünceye kadar dudaklarımı birbirinden ayırdığımda annemin çok sevdiği akşam sefalarının önünde diz çökmüştüm bile. Yıkamak bahanesiyle evden çıkarttığım bıçağı saplarken kurumuş toprağa, çiçeklerin solmuş olduğunu fark ettim.
Rahat uyu. Beni bir gün olsun rahat uyutmadın ama sen rahat uyu, anne.

GÜNÜMÜZ

[ Bugün yirmi üç yaşımdayım, aklım on yedi. Günün biri babam elli üç yaşında kaldığını söylemişti. Anladım sebebini, kimsesiz bir çocuk olarak kaldığın vakit yaşın akmayı bırakıyormuş meğer. ]

Malından hiç anlamadığım sade masanın üzerinde dolanırken parmaklarım, tenimde bıraktığı soğukluğun sebebini anlamaya çalışıyordum bir yandan. Genişçe ekrana yansıtılmış on dakikalık video kaydına verilen tepkileri inceleyip, not alıyordu yaş almış hocalar. Aralarında yaklaşık bir, bir buçuk metre mesafeyle konumlandırılmış tek kişilik masaların arkasında birbirinden farklı tam yirmi insandık.
Yirmi farklı kafa, aynı videoya kaç farklı tepki çıkartabilirdik acaba? İnsanlar neye ağlardı? Ne söylesem gülerdi? Korkmalarına sebebiyet veren şey neydi? Tüm bunlar insanı yüceltiyor muydu yoksa acınası bir varlığa dönüşmesini mi sağlıyordu? Herkesin kafası farklı çalışıyordu da anormal olan neden ben oluyordum?
Düşünmeye başladıkça salonun havası azalmaya başlamış gibi hissettiğimden boynumdaki kravatı gevşetme dürtüsüyle parmaklarımı sarsam da siyah kumaşa, annemin tembihlemeleri düşünce aklıma hemen masaya düştü elim. Hesaplamalarında bir aksilik olacaktı, zira tepkileri ölçülebilecek on dokuz insan vardı içeride.
Bedensel acılarımla, duygusal sağırlığımı birbirine karıştırmamak konusunda ustalaşmış bulanık zihnim sayesinde ağlamak benim için tek bir şey ifade ediyordu artık, "Bir şişe gliserinli göz damlası."
Hiçbir hakkım olmamasına rağmen ekrandaki kaydı incelemek yerine etrafımda oturan insanların yüzlerini incelemeye uğraşıyordum. Kaşları çatılmış, dudakları kuruluktan çatlamaya başlamış kadına birkaç saniye daha fazla bakmam muhtemelen kendisine rahatsızlık verecekti. Kimsenin çenesiyle uğraşmak istemediğimden yeniden önüme dönerek ekrana baktım kısa bir süre için.
Bu bir trafik kazası mıydı? Herhangi bir kural ihlali olması, sürücünün mazeretine bağlı olarak hafifletebilir miydi acaba cezasını? Anlam veremediğim garip metalik bir yılan damarlarımı yırtarak ciğerime sarıldığında derin bir nefes aldım. Çok zordu. Bir şeyleri çözmeye çalışmak gün geçtikçe daha zor hâle geliyordu hatta.
Bir kanala girebilmek için katıldığım kaçıncı mülakattı bu? Kırsal kesimde kalan ufak bir kanaldan bile red yemiştim. Her reddediliş sonu evde iyi bir dayak yemiştim.
"Hak ne demek bilmiyorsun bile. Adalet aradığını nasıl iddia edeceksin insanlar önünde?" İşte bu kötü oldu.
Altında yaşamaya başladığım kimliğin beni böylesine sıkıştıran bir hayata sürükleyeceğini bilsem, yapmaya hiç kalkışmazdım bile muhtemelen. Ama artık pişmanlık için çok geç. Yaptığımız şeyin cinayet işlemekten çok da bir farkı yok, kimliğine konduğum adam yeniden can alana kadar. Aslında tüm bunlar benim dilime birer bahane. Sadece yaşamaya çalışıyorum, karşılığında da iyi para alıyorum. Yine de,
'Porsche, nerede olduğun çok umurumda değil ama elini çabuk tutsan iyi olur. Nereye kadar senin için bir yol üzerinde kalabilirim emin olamıyorum. Kaçamayacağım kadar sana dönüşmüş durumda olsam da hâlâ kendimi geri istiyorum.'

the manHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin