Ne vakit yağsa yağmur, tüm çıplaklığımla ıslanmak isterim altında. Saç diplerimden ayaklarımın ucuna kadar çetrefilli bir yolculuk bekler yüzbinlerce saf damlayı. Alnımın görünmez yazısında başlar ilk karalanmalar, esmer boynumda aşağı süzülür ve şanslıysa dudaklarıma değer. Vücudumda gezinmek isteyen onca parmak ucunun yerine tavaf eder dört bir yanımı. Göğsümden geçerken biraz daha lekelenir. Ne kadar hızlı yağarsa yağsın, bedenimde bir duraksar. Ama ben çoktan kayıplara karışmış bir adamım özümde, kimse beni bulamaz buralarda. Öyle ki onlar da kaybeder bir süre sonra yolunu. Ya üstümde kurur ya toprağa karışır. Toprağa karışanı tohumlara yapışır. Nerede kesilmesi gereken yabani ot, yenmemesi gereken zehirli bitki varsa hepsini yeşertir. Toprak 'ana' der insanlar. Saftır, temizdir, hiç karşılık beklemeden doldurur avuçlarını çünkü. Güneş ve sudan başka kimseye de minnet etmez. Yeşerir, yeşertir. Ama benim anam farklıdır. Kurutur, çürütür. O yüzden benden de pek hayır gelmez. Ben, ben bir gün toprak olsam; çatlaklarla dolu olurdum zaten. "Vasat." der, üstüne öylece basıp geçerdiniz. Ne üstüme ekilen fidan büyürdü ne de büyüyen fidan yüzüme bakar. Ben, bir şey olsam günün birinde; hiçbir şeye benzemem zaten. Ne su alıp götürür göğsümdeki karayı ne de toprağın içi alır. Ben öyle, ölsem bile, seramik vazolarda saklanacak bir adam bile olamayacağımdan betonlar arasında kalır küllerim.
- • -
"Arsız. Dayak arsızı. Utanıp başını önüne eğmiyorsun bile. Böyle doğacağını bilsem karnımı taşlatırdım babana."
Dört bir yanı küfle boyanmış, sakin bir aile mahallesi olmasıyla ünlü gecekondu çıkmazının en kalabalık hanesinde geldim dünyaya. Tek katlı, ufacık camları olan evimizin kocaman da bir bahçesi vardı. Çiçeklerle içli dışlı annemin gözü gibi baktığı akşam sefalarına zarar gelmesin diye babam tahta parçalarıyla güzel bir duvar örmüştü etraflarına. Sonra atölyesinden getirdiği türlü boyayla can vermiştik renksiz görüntülerine. Evin en küçüğü olduğumdan, bir onun bir bunun fırçasına tutunur; sıcacık kucaklarında aklımca yardım ederdim işlerine. Türlü bahaneyle beni kendilerinden uzaklaştırır, hâlime gülerek devam ederlerdi.
"Anne, tamam vurma artık. Ben konuşurum onunla."
Kardeşlerimin en büyüğü. Benim esmerliğime tezat bembeyazdı ablam. Üstelik sadece renk olarak değil, her anlamda farklıydık birbirimizden. O, dünyalar güzeliydi bir kere annemin gözünde. Bana bakışlarıyla kıyasladığımda da ne kadar çirkin olduğumu anlayabiliyordum. Her gece beni koynuna alır, uyumadan önce türlü ninni okurdu kulağıma. Okula ilk başladığım vakit büyüdüğümü iddia ederek ayrı yatmak istemiştim kendisinden. Dudakları kıvrıldı, biçimli kaşları havalandı garip bir edayla. Yüzü de hiç silinmiyor kahrolası zihnimden. Unutmak istediğim şeylerin başını çekiyor gülüşü.
"Peki, geri dönersin nasıl olsa."
Nasıl bu kadar emin olabilirdi? Dediği gibi de olmuştu, orası ayrı. Defalarca abimin 'kazara' kırıcı hamlelerinden kurtulmayı başarabilmiş aşırı gürültülü duvar saatimize gözüm değdiğinde üçü çeyrek geçiyordu. Saatlerce gözümü açmadan beklemiş, ninnileri de kendi kendime mırıldanmıştım bile. Ama elde ettiğim tek şey koluma inen darbe olmuştu gecenin körü."Ablacığım, neden böyle yapıyorsun? Bak bakayım gözlerime."
Ne yapıyordum? Sıcak parmakları, ucu kızarmış burnumdan anlaşılacağı üzere buz gibi olmuş yanaklarımı kavradığında ben de dediği gibi yaptım. Zift pârelerim bal gözleriyle buluştuğunda gülmüştü hemen. Anlam veremiyordum. Dudaklarını böylesi kolay kıvırmayı nasıl becerebiliyordu? Yüzü sanki buna çoktan alışmış gibi hemen ayak uyduruyordu hareketlerine. Gözlerinin kenarları kırışıyor, içleri parlıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the man
Roman pour AdolescentsBeyaz havlu atmayı gururuna yediremeyip harakiri yapan bir uzak doğu sporcusundan hâllice.