Havai adı verilen ve birkaç adacık topluluğu olduğunu yetersiz coğrafya notlarım sayesinde bilebildiğim bölgenin, genellikle insanlar tarafından tatil amacıyla kullanıyor olmasıydı sanırım gözümü boyayan. Burada kötü bir şey olamazmış gibi hissediyordum bugüne kadar. 'İnsan gözü bildiğini nasıl göremez'in vücut bulmuş hâli olmak bazı taşları oturttu yerine.
Cennetteki ilk günahın dünyaya gönderilmek için her zaman yetersiz bir delil olduğunu düşünürdüm. Koskoca cennet, istenmeseydi o meyvenin yenmesi, bir şekilde önlem alınabilirdi insanoğlu dünyaya düşene kadar diyorum. Sonra hemen başka bir soru takılıyor zihnimin ağlarına; madem dünyada yaşamamızı istediler, neden direkt bu topraklarda yetişmedi tohumlarımız?
Gözümü alan parlak beyaz duvarların çevrelediği odada fazlaca insan olmasına rağmen hiç gürültü yok. Olan bütün ses benim başımın altından çıkıyor da bir benim kulağıma vuruyor yine. Oturduğum koltuktan kalkıp, ilk defa ayak bastığım bu topraklara geliş süremin sekizinci saatinden sonrasını saymayı bırakmak zorunda kalmışım zaten yorgunluktan. Uçak camından izlediğim zifiri karanlıkta iyice bastırmış uyku ki, hâlâ devam ediyor başımın ağırlığı. Anlatılanlara saygımdan dik tutuyorum boynumu da siz bir de bana sorun, sanki birkaç fil el ele tepiniyor kafam üstünde.
Bölgesel olması tahmin edilen bir yürüyüş olayının, işin içine büyük kimya şirketleri ve devlet başkanlarının dahil olmasıyla evrenselleşmesi neredeyse on gününü almış. Ufak tefek şeyleri benzettiğimiz tohum üstelik tüm mesele. Tam gaz birbirini zehirlemek adına kolları sıvamış tarım bakanlıklarını yerle bir edip doğal tarıma dönmenin yolunu arayan insanlara karşı, ucuz ve zehirli olsun ama bol bol olsun kafasındaki yöneticiler.
"Ben her zaman aktivistten yanayım." kafasıyla kendimi kaybedip ekip liderinin paçasına yapıştığım o anı asla unutamıyorum. Çünkü çok geçmiyor üzerinden pişmanlığımın. Yeni yetme yerden bitme hâlimle elin ülkesinde haber kovaladığımı fark ettiğimden beri bu işin şaka olmadığını daha iyi anlayabiliyorum. Devlet babanın el attığı yerde güvenli alan olmadığını unutuveriyorum anlık gelen sıcak kan ile muhtemelen. Başka bir açıklama bulamıyorum yaptığım deliliğe. Sıfır uykuyla gaz biberi yediğim andan beri sebepleri sorguluyorum. 11 saatlik yoldanım, çeşit çeşit tohum lafı dinliyorum üstüne. Çiftçi olan ben değilim, diye hayıflanıyorum da aklıma gelen utandırıyor beni kendimden: "Derdi bilmeden nasıl derman olacaksın."
Uzunca bir masa odanın ortasında, projeksiyonun başına geçmiş hararetle birbirlerine öncelik tanıyıp laf anlatan vakıf başkanlarını dinliyoruz kalan kalabalık. Aktivistler, bitki kâşifleri, muhabirler, gazeteciler ve profesörler. Ünvan yahut statü dinlemeden dünyanın derdine düşmüş binbir farklı can işte. Kime kafa tuttuğumuzu biliyor musunuz diye sorsa biri kaç kişi kalırız merak ediyorum. Aklım tek bir kişide olduğundan gözüm devamlı kendisini arasa da bir türlü göremiyorum. Demek ki gerçekten kendini göstermeye gelip kaçmış diye düşünmeye başlıyorum ama gözlerimi de çekmiyorum giriş kapısından.
Dört saatlik seminerin sonu geldiğinde aklımda sadece odama gidip sabaha kadar uyumak kalmış oluyor da yedi kişilik bir grubun gülüşerek üzerime doğru yürüdüğünü fark ediyorum. Yaklaşık sekiz gündür hazırlıklara başlamışlar, ben aralarına en geç katılan kişi olduğumdan bilgilendirmek istiyorlarmış beni. Tohum kelimesinin birkaç tur daha cümle içinde kullanılmasına tahammülüm kalmamış olsa da Mile denen şu herif hakkında bilgi sahibi olabilirim belki diye geri çevirmiyorum tekliflerini. Aslında bunu sadece bahane olarak kullanıyorlar, kalacağımız otelin arka bahçesinde kurdukları küçük masaya yeni bir ağız katmak istekleri. Ben de, uyku sersemliğim ile reddetmeye bile yeltenmiyorum. Zaten yarım saat oturup kalkarım diyorum da hiç de öyle olmuyor.
Karanlık ablukaya almış güzelim şehri, daha düne kadar bilgisayarımın arka planında anca görebildiğim ağaçlar tam tepemde. Derince bir nefes alarak başımı yaslıyorum plastik sandalyeye de aklımda tek bir görüntü var. Keşke, keşke diyorsun da nereye kadar sırtlayacak keşkelerin seni? Masada türlü içki, birkaç kahkaha karışıyor birbirine. Uyumak istiyorum sadece.
Kendimi bir fıkra kitabında gibi hissediyorum ortamın garipliğinden, asıl Birleşmiş Milletler burada işte. Hepimizi masanın başına aynı anda toplayacak kadar dertli bir dünyada yaşamak ne kadar iyi orası tartışılır ama farklı dillerden, dinlerden, kültürlerden kopup gelmiş bir garip bütünlük içerisindeyiz o an. Yamalı kıyafetlere benziyor bile olabiliriz dışarıdan.
İnsanlar artık intihar ediyor, diyor hint aksanı ingilizcesine biraz bir şekilde yansıyan oğlan. Ten renklerimiz yakın birbirine ama irice gözleri epey farklı görünüyor benim çekiklerden. "Bir senede üç yüz kırk bin çiftçinin ölüm haberini yayınladık. Biri de bizzat kendi amcamdı. Tarım ilacı içmiş."
Söyledikleriyle beraber damağıma yayılan bira değil de tarım ilacıymış gibi terlemeye başlıyor vücudum. Midem dönüyor, gözlerim yanıyor. Ölüyorum sanıyorum ilk etapta ama uykum olduğu düşüyor sonradan aklıma. Elimdeki pet bardağın dibini birkaç tur gördüğümden kafamda hafif bir duman dolanmaya başlasa da salaklığıma yanmak için çok geç. Konuştukları her konu taş olup böğrüme vuruyor sanki. Daha önce hiç görmediğim o adama olan sinirim katlanarak büyüyor. İnsanların hayatlarıyla oynaması yetmiyormuş gibi bir de bununla gösteriş yapıyor oluşunu hatırlıyorum kaşlarım çatılırken gergince. Göğsümdeki yanmadan kaçışı boğazımdan kayacak olanda arıyorum ben de haliyle. İlk defa geldiğim bu yerde ve ilk defa gördüğüm bu insanlarla beraberken bile kendimi düşünmeme konusunda oldukça gayretliyim. Esmer parmaklarım sarıldığı beyazlığı öyle kuvvetli sıkıyor ki tekrar kullanamayacağım bir hâle getirip bana engel olmak için, düzelirken epeyce ses çıkartıyor. Biraz da olsa dağıtıyor kafamı çünkü masadakiler konuşmayı asla kesmiyor da benim ağzımı bıçak açmıyor.
"Adını bile söylemedin."
Masada oturmuyor, karanlığın içinden elleri ceplerinde üzerimize doğru yürümeye başlayan adamı fark etmemle beraber oturuşumu düzeltiyorum. Düşman hattına cephanesiz girmiş gibi hissediyorum kendimi karşımda gördüğüm silüetle birlikte ama asla taviz vermiyorum kendimden. Masadaki herkesin yüzlerindeki gülümseme genişlerken benim kaşlarım da doğru orantılı olarak çatıyor.
"Mile! Hoş geldin, gel otur şöyle."
Sarışınlığından ve kaba sesinden rus olduğunu tahmin ettiğim arkadaş yanımdaki sandalyeden kalktığında başıyla onaylıyor oturmak için. Gözlerim yüzünde gezmeyi kesmiyor da ya hava çarpıyor beni ya da alkol, sırıtmaya başlıyorum elim çeneme kayarken. Keskin yüz hatları, koyu bakışları ve sert sesine tezat kocaman bir sırıtış olduğundan olsa gerek onun da yüzünde."Porsche." diyorum tek nefeste ve şükrediyorum hemen ardından ismimi karıştırmayacak kadar ayık kalabildiğim için. "Benim. Adım. Porsche."
Çin kırması olduğunu anlamak için çok da bir şeyler bilmeye gerek yok hakkında, hoş ben haddinden fazla şey bildiğimi sanıyorum ama orası başka. Adını söyleme gereği duyuyor da duyma yetimi kaybetmiş gibi dinlediğim tek şey kendi başımın sesi oluyor o sıra. Karanlığa rağmen parlayan gözlerini kolayca seçebilmek ürkütüyor beni.
"İyi misin sen?"
Saatlerdir birinin bana bunu sormasını bekliyorum. Buraya bir amaç için geldim ama önce kendime gelmeliyim. Vücudum kıvrılıyor ihtiyaçla. İçtiğim kaç bardak kat kat boğazıma yükseliyor. Yanan yüzümden anlayabiliyorum kızarıyor yanaklarım bir iş beceriyorlarmış gibi. Başımın masaya düşmesine beş kala elini uzatıveriyor yüzümün altına. Hiç de öyle incelikleri olan bir adama benzemiyor. Bir gariplik seziyorum da o an durup konuşamıyorum hakkında. Uyumayı daha çok istiyorum bugünlük. Yol yorgunuyum, 27 yıllık bir yoldan geliyorum kendime. Bırakın da uyuyayım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
the man
Fiksi RemajaBeyaz havlu atmayı gururuna yediremeyip harakiri yapan bir uzak doğu sporcusundan hâllice.