7

85 16 3
                                    

jeongin'in kitabı okuması, saçlarımı okşaması ve arada bir saçlarımın arasına kondurduğu öpücüklerle uyuyakalmıştım.

uyandığımda ise kafam jeongin'in kolunun üstündeydi. jeongin'e baktığımda kitap açık ama ters bir şekilde göğsünde duruyordu.
saat sabahın kaçıydı bilmiyordum ama bu görüntü günün her saatinde güzel gelirdi gözüme sanki.

kolunun üstümde kafamı kaldırıp biraz kıpırdadığım için jeongin'i de uyandırmıştım sanırım. bir eliyle gözünü ovalarken konuşmuştu.

"günaydın, küçük prens."

"günaydın, gündüz olmasına rağmen parlayan yıldız."

söylediğim hoşuna gitmiş olacak ki hoş bir kıkırtı bırakmıştı odaya.

"beni böyle, çiçekleri; güneşi ve yazılan şiirleri kıskandıracak naif cümlelerine alıştırırsan işin zor hyune."

"tüm yazılmış aşk şiirlerinden, insanı kokusu ve görünüşüyle mest eden çiçeklerden ve de insanın içini ısıtan o güneşten daha mı güzel buluyorsun benim cümlelerimi?"

ben kolunun üstünden kalkıp yatak başlığına dayanınca o da aynısını yapıp kafasını omzuma koymuştu.

"öyle buluyorum. bir çiçek senin elindeyse veyahut-"

komidinin üstünde duran duran, suyun içine koyduğum frezya çiçeğinden en küçüğünü alıp kulağımın ve saçımın arasına sıkıştırdığında devam etmişti cümlesine.

"işte böyle seviyorum. güneş ise senin tenini parlattığında, aşk şiirleri de sana söylenince güzel."

"seninle konuşurken kendimi william shakespeare'in oyunlarında gibi hissediyorum jeongin."

trajedi yaşamıyorduk ama jeongin'in konuşmaları eski zamanlarda yaşıyormuşuz gibi hissettiriyordu. kendimi kitaplarda sanmaktan alıkoyamıyordum bazenleri.

benim konuşmamla birlikte jeongin pozisyonunu değiştirip yan dönerek elini kafasının altına koyup bana bakmaya devam etti. bu sırada da kelimeler dökülmeye başkadı ağzından.

"neden öyle hissettiğini sormalı mıyım?"

"cümlelerin, kelimelerin, davranışların; hissettirdiğin duygular bu döneme çok fazla jeongin, çok daha özel. anlatabiliyor muyum bilmiyorum-"

"anlatabiliyorsun, anlıyorum. çünkü aynı hissediyoruz."

jeongin ile uyandığımızdan beri yatakta konuşuyorduk. kalkıp kahvaltı etmeli, çiçeklerimi almalı ve bugün için de güzel bir plan yapmalıydık. yani, böyle düşünüyordum ben.

istemeye istemeye -çünkü jeongin'le yatakta keyif yapmak çok güzeldi ve kalkmak da istemiyordum- mecburen kaldırmaya çalışmıştım jeongin'i.

"jeongin, hadi, kahvaltı yapalım sonra da çiçeklerimi almamız gerekiyor. ya başkası aldıysa çoktan?"

"alamazlar çünkü sabah böyle telaş yapacağını bildiğimden teyzeme gece mesaj atmıştım, kitabevinin içinde ve güvendeler yani çiçeklerin hyune."

jeongin'in söyleyeceklerimi, yapacaklarımı önceden tahmin edip ona göre davranması hoştu.

yang jeongin tüm o sanat eserlerinden, hoşuma giden çiçeklerden ve sahil kokusundan daha hoştu. hatta yeni kitap alacağım zamanki heyecanım, jeongin'in yanındayken olan heyecanımın yanından bile geçemezdi şimdi.

"tamam... rahatladım şimdi. ama kahvaltı yapalım."

"tamam, kahvaltı yapalım ve ben sonra kitabevine geçeyim, sen de öğlene doğru gelirsin, şimdi çok erken."

"tamamdır! hadi kahvaltıyı hazırlayalım."

zıplayarak yataktan kalkınca çocuksu heyecanıma gülmüş olacak ki "bebek hyune." demeye başlamıştı.

"dizin iyi mi? çıkmadan önce pansumanı yenileyelim."

"düne göre çok daha iyiyim, baksana koşup zıplıyorum bile."

konuşurken salatalık ve domatesi çıkarıp kesmeye başlamıştım. jeongin de ekmek dilimlerini alıp üstüne malzemeleri koymuştu.

"içeçek ne istersin? süt? limonata?"

"buz gibi bir limonata iyi olur."

dolaptan limonatayı da çıkarıp masaya oturmuştum.

"aslında çörek yeriz diye düşünmüştüm ama evde kalmamış, akşam alırız."

"sorun değil, sandviçimi sevmedin mi yoksa?"

"ya, jeongin! öyle bir şey mi söyledim ben şimdi?"

"bilemem artık, çörekleri çok seviyorsun sanırım."

elimdeki sandviçi tabağa bırakıp ellerim çenemin altına yerleştirmiştim.

"seviyorum evet, çok lezzetliler bence. tabii senin sandviçin kadar değil."

kahkahalarımıza, küçük gülümselerimize ve konuşmalarımıza devam etmiştik kahvaltı boyunca.

kahvaltı bitince önce jeongin giyinmiş, sonra da ben giyinip salona gelmiştim.

"şimdi gidiyorum ama akşam, çiçeklerini vermek ve gece boyunca birlikte olmak üzere görüşüyoruz."

"bu akşam bana bir gece yürüyüşü borcun var, jeongin." diyorum onun cümlesine karşılık. ikimiz de birlikte olmak istiyoruz.

"bundan benim haberim var mıydı?"

"şimdi oldu haberin. itirazın mı var yoksa?"

"konu sen olunca itirazım sadece senin yanındayken hızlı geçen zamana oluyor."

aptal ve bu konularda çok cahil olan kalbim yine atmaya başlıyor, jeongin'in o tatlı cümlelerine hâlâ alışmış değil miyim yoksa, bilemiyorum.

"güzel, hadi git artık. yoksa ayrılamayacağız."

"çok istediğimden değil ama; gidiyorum."

kısa ama sıcacık hissettiren sarılmanın ardından kapatıyorum kapıyı.

mutfağa gidip su içmek için buz dolabını açarken dolabın üstüne magnetle tutturulmuş bir not görüyorum.

'akşam saat altıda yıldız çiçeği, unutma.' yazıyordu notta. gülümseyip notu elime alıyorum ve odama çıkıp kutunun içine koyuyorum.

yang jeongin eski zamanlardaki gibi hissettiriyor dediğimde kesinlikle yanılmıyordum.

"senin bu ellerinde ne var bilmiyorum, göğe bakalım

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

"senin bu ellerinde ne var bilmiyorum, göğe bakalım. tuttukça güçleniyorum, kalabalık oluyorum. bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi, ağaçlar gibi, sularım ısınsın diye bakıyorum, ısınıyor."

generation why Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin