Peri masallarında hep iyiler sonsuza kadar mutlu mesut yaşar ve kötüler ölmekten beter edilirlerdi. Çocuklara nasıl olduğunu anlatmazlardı, sadece olduğunu anlatırlardı. Hepsi diyarlardan sürülürdü.
Çank yerlilerin yaşadığı huzurlu bir kasabaydı, her türlü kötülüğün döndüğü şehirden çok uzaklardaydı. Kendi hallerindeydi. Hiçbir şeye muhtaç olmadan yaşamanın özgürlüğü vardı orada. Çocuklar doyasıya koşar, yetişkinler gülümserdi. Bugünlerde bile zor rastlanan bir gerçek ne yazık ki. Orada güneş bir başka ışıldardı.
Çank Kasabası adını yanındaki ucu bucağı bilinmez Çankasar Ormanı'ndan alırdı. Kasaba hayatlarını bu orman sayesinde sürdürürlerdi. Ormanın ağaçlarından kendilerine evler yapar, toprağından difan yetiştirir, suyundan içerlerdi. Doğanın bu cömertliğini ormanın içindeki her şeyi korumaya kendilerini adamalarıyla öderlerdi. İsteseler yapmayabilirlerdi ama onlar dürüst ve vefakardılar.
Şehirden ölesiye nefret ederlerdi, onlarla aynı masaya sadece difan ticareti için otururlardı, yoksa yüzlerine bile bakmazlardı. Difan rün denen değerli büyü taşlarının yapımının ana malzemesi ve sadece belli şartlarda yetişen bir bitkiydi. Şehirliler kasabalılarla aynı iklimi, toprağı, havayı paylaşırdı; aynı şekilde difanlara bakarlardı yine de yetiştiremezlerdi.
Onlar da kasabalıların topraklarına göz diktiler böylece.
Zaman geçtikçe şehrin sahibi derebeyi de değişti. Yeni, genç derebeyi kasabayla eskiden yapılan anlaşmayı uymayı bencilce reddetti. Adil miktarda para ödeyerek difan almayı reddeden derebeyi şehirdeki tüm büyücüleri savaşa sürükleyerek kasabalılara savaş açtı. Askerler yakmadık ev, yıkmadık çit, öldürmedik kasabalı bırakmadılar. Sadece çiftçileri esir aldırlar ve onları difan yetiştirmeye zorladılar. Zaten yaptıkları işti, tek bildikleri bu mucize bitkiyi yetiştirmekti. Direnmek isteseler karşılarında büyücüler vardı, kasabalılar büyü müyü bilmeyen yerlilerdi.
Yıllarca bu zulme rağmen bir dirhem difan yetişmedi topraklarında. Sıkılan derebeyleri onları da öldürdü. Kalan son çocukları da öldürecekti, eğer bir asker onlara yol göstermeseydi. Şehirlilerin tutsağı bu asker hayatta kalan çocukları ormana götürdü ve kaçmalarını, merhametli Kyor kralının topraklarına gitmelerini öğütledi. Çocuklar korkarak, ağlayarak, yiyecek ekmekleri olmadan ve umutsuzluktan acısız bir ölümden fazlasını Tanrıdan isteyemeden yola koyuldular. İçecek bir suyu bulmaları bile saatlerini aldı. Karanlıktan korkuyorlardı, yıldızlara bakarak ölen sevdiklerini ararken uyuyakaldılar. Uyandılar ve dereleri, tepeleri geçtiler. Arkalarından gelen pislik şehirlilerden günlerce kaçtılar, bu uğurda arkadaşları kendilerini feda etmişti. Ufacık çocuklar abilerinin kendisini kurban ettiği gün başlarında bir akıl olmadan kaldılar. En büyükleri 14 yaşındaydı.
Savaş görmüştü bu çocuklar, sıcak bir eve ve biraz güvenliğe sadakatlerini onları koruyanlara vereceklerdi. Burunlarında ağır tütsü gibi çocuklukları bir anlığına var olup günlerce kendini hatırlatacaktı.
Ayların ardından solmuş yüzler, kesilmiş kollar ve bileklerle vardılar Kyor'a. Üstlerindeki kıyafetler harap olmuştu. Saçları yağlı, derileri kirli göl duyu dışında bir şey görmemişti. Gözleri dolu ve bedenleri yorgundu. İlk görenler düşman sandılar ama çocukları seçecek kadar keskin gözlü olanlar onları kurtardı. Askerler dul kadınların yanına bu çocukları verdiler yıkansın, güzelce giydirilsin diye ve daha sonra da krala duyurdular hiç gecikmeden.
Çocuklar üç günün ardından biraz saygı, adap öğrenmişlerdi yanlarında kaldıkları kadınlardan. Bir kralla nasıl konuşulur bir yana, o nedir bilmiyorlardı öncelerinde. Kasaba ve yetişkinlerden başka bir şey duymamışlardı kısacık hayatlarında. Böylece askerlerin arasında yürürken kral hakkında bin bir soru sorup onları bıktırana kadar anlattırdılar. Kral öyle bir şeydi ki gözlerinde, sanki tanrı gökten inmişti.
Bir çocuğa göre kral yaşlı, gözlüklüydü. Diğerine göre genç ve uzun saçlarını ören zayıf biriydi. Başkasına göre asıl belirgin özelliği merhameti ve savaş yeteneklerinin dengesiydi. En büyükleri daha uzun boylu ve kemikli bir yüz, kalın bir ses ve orta yaşlı bir asker hayal ediyordu. Yine de kimse tam bir şey söyleyemedi. Bıkkın askerlere de daha fazla soru soramadılar çünkü Kyor dilinden anlayan tek çocuk -12 yaşındaki Akasa- da yorulmuştu.
Askerlerle çocuklar çok uzun yollardan, bir çeşmeden ve kısa bir patikadan geçtikten sonra kralın sarayında huzuruna çıktılar.
Uzun ve zayıf ama güçlü, Çankasar ormanı gibi yeşil gözlü, uzun saçlı biriyle karşılaştılar. Saçlarında aklar olsa da kumral saçları arasında zor seçiliyordu. Bir krala göre mütevazi, yine de saygın kıyafetleri çocukları hayran bırakmıştı. Kral denen bu adam ilgilerini çekmişti. Kadınların ve askerlerin anlattığı kadar yakışıklıydı.
En büyükleri Darhem kralın önünde Kyor askerleri gibi eğildi. Kadınlardan öğrendikleri kadarıyla diğer tüm çocuklar da eğildiler. Kral kalkmalarına izin verdi. Bundan sonra da merak ettiklerini sormaya başladı.
"Siz nereden geliyorsunuz?"
Tüm çocuklar Akasa'ya döndüler. Hiçbiri kralı anlayamıyordu. Akasa ise biraz çekinmişti. Kendisini kralın önünde fazlasıyla değersiz ve korumasız hissetmişti. Konuşmak istemiyordu. Bunun farkına varan Darhem sırtını sıvazladı Akasa'nın.
"Sakin ol Akasa. Şimdi sadece söylediklerini bize söyle, sonra da sorduklarını cevaplayalım. Eğer güzelce konuşursan bu kral denen adam bize yardım edecek. Belki kasabamıza... onu kurtarmaya da çalışabilir ama önce konuşman gerek. Lütfen..."
Akasa kafasını eğdi. Doğruydu, eğer konuşmazsa bu adam onları anlayamazdı. Annesi hep derdi, eğer konuşmazsan derdini kimse anlayamaz. Yapacaktı, ne yapıp edip bu kralı kendine hayran bırakacaktı ve sonra da kasabasını kurtarması için onu ikna edecekti. Ayrıca ailesinin katilini de bulacak ve krala sunacaktı. Tıpkı o adamın onu bugün buraya çıkmasına sebep olduğu gibi. Bu utancı yaşamak, başkasının krallığında köle gibi yaşamak zorunda kaldığı gibi o mavi saçlı katile de aynısını yaşatacaktı.
"Saygıdeğer Kyor kralı, huzuruna kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Ben ve arkadaşlarım Çank kasabasındanız. Ailelerimizle orada yaşayıp büyüyorduk hepimiz."
Son cümleye gerek olmadığını kendisi de biliyordu fakat söylemişti. Kralın merakına ateşi közler gibi coşturmak istiyordu. Gerçi biraz da ailesinin acısı onu yakıyordu cayır cayır.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Laban
Fantasy"Herkes kazanır ve kaybeder. Düşersin ve çıkarsın ama eğer dipte yaşayacaksan acısı da senindir. Göklerde uçacaksan atılan taşlar da senindir."