pt 1

968 55 200
                                    

yirminci olmasına rağmen her yeni kurgunun ilk bölümü nasıl heyecanlandırıyor beni nasılll! geldim yepyeni bir evrenle, yıldıza basıp bol bol yorum yapmayı unutmayın lütfen, aybike için diyecektim ama sanırım ikisi de yorum bekliyor 🤍

"berk sen tüm gün tepemde dikilecek misin?"

her gününe alışık olduğu hatta daha doğrusu alışık olmak, alışkanlık haline getirmek zorunda bırakıldığı kırmızı rujunu dudaklarına yayıyordu karşısındaki aynaya bakarken, berk de geniş kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde aynanın hemen yanındaki duvara yan yaslanarak onun bir robot gibi sırayla ama özenli ve yavaşça yaptığı hareketleri izliyordu.

bu rujdan da nefret ediyordu aybike, elindeki ve dünya üzerindeki tüm makyaj malzemelerinden olduğu gibi. ilgi çekmesi ve hem alıcı hem de kullanıcıyı cezbetmesi açısından aroma verilmiş kokusuna rağmen o kokudan da hiç mi hiç hoşlanmıyordu.

adamdan hiçbir cevap gelmeyişiyle kasvetli ve biraz da gökyüzü olsa bulutlu olarak tanımlanabilecek bakışlarını aynadan başını hareket ettirmeden usulca adama kaydırdı, dolgun dudaklarına ruju ruhsuzca sürüşüne devam ediyordu.

"öyle, bakıyorum işte ya boş boş." boğazını temizleyip toparlanmak isterce hayran bakışlarını aldı kadından. ay tenine değen bakışlarının bile onu rahatsız etmesinden korkuyordu. narin bir çiçek olarak düşünmüştü aybike'yi hep. dokunmaya, koklamaya, sevmeye bile kıyamadığı, herkes güneş'ten sanarken aslında ay'ın ışığında farklılaşan bembeyaz narin bir çiçek.

"bunu mu süreceksin?"

onu izlediğini anlamasın diye soru sorarak havayı değiştirmek isteme çabası daha da kötüye götürecekti her şeyi, yüzünü buruşturdu. neden böyle saçma sorular soruyordu ki?

"evet. kırmızı... ilgilerini çekiyor."

kalbinin fiziksel bir ağrıdan farklı olmayan ağrısıyla yüzünü buruştururken anladığını belirtirce bir mırıltı çıkarıp onayladı başıyla. acıyordu canı onu böyle görünce. gitmesini istemiyordu. her seferinde onun kapısından ayrılırken gideceği diğer kapıların ardında olacaklar zedeliyordu ruhunu, gözlerini yaşartıyordu. belli etmiyordu ama berk, içinde yaşıyordu.

kadın yanında gerekli gördüğü tüm eşyaları içinde taşıdığı büyük siyah çantasını karıştırdı kaşlarını çatarak. siyah ne de çok yakışıyordu bembeyaz tenine, bembeyaz ona. kalçasının hemen altında biten fazla mini elbisesi de siyahtı. zaten kısa oluşuyla çok fazla dekolte içermezken de sadeydi.

her hareketini ezberlemek isterce izleyen adam çantadan buluşuyla kaybettiği bir şeyi bulmuşça gülümseyen kadına ve elindeki cam şişeye baktı. gülümsüyordu ama aynada her kendine bakışında da duraksamadan edemiyordu. mutlu olmadığını biliyordu berk, emindi buna. böyle bir hayat nasıl mutlu edebilirdi ki?

parfümü yumuşak kulpundan boynunun iki tarafına sırayla sıktığında parfüm için açtığı tarafından diğer yana aldığı kıvırcıklarının kokusu dolmuştu önce berk'in burnuna, ardından da her zaman kullandığı o kokusu.

kadının muhteşem kokusu tarif edilemez boyuttaydı. diğer erkeklerin, yanına gittiği o heriflerin, ağzının suyunu akıtacağı kadar güçlü bir kokuyken de bu gücü gözyaşı nedir bilmeyen berk'i her gece ağlatmakta kullanıyordu koku. hayalini kurarak, hayaline sarılarak sessiz çığlıklı ağlayışlarının yanı sıra ağlayabilmeyi öğretmişti berk'e. hiç sevmediği halde ağlıyordu, hiç sevmediği şekersiz limonatayı içiyordu artık onun hiç dolmamış boşluğunda.

saçlarını eliyle hafifçe kabartışını izledi, inceledi. her seferinde iyi durmadığını düşünerek oflayıp tekrar düzeltiyordu. kirpiklerine de hafif bir şeyler sürmek zorunda hissetti kendini. oldukça az süreceki ama. hatta değdirip çekse bile iyi olurdu, topaklanmasından nefret ederdi çünkü.

işini bitirdiğinde hemen çıkacakmış gibi eline aldığı çantasını, kızıla doğru döndüğünde aynanın yanındaki çıkıntıya bıraktı yeniden. gülümseyip kızıla yaklaştı, gülümseyişi berk için ne ağlamak ne de şekersiz limonata içmekti. onun için yıllarını verse bir şey bulamazdı.

genç kadın, kollarını boynuna doladığında şaşkındı. kalbi boğazında çarparken yutkunmadan edemedi. boynunu okşuyordu şimdi kız, dur da diyemedi.

"yine parayı koymuşsun telefonumun arkasına. hemen görmeyeyim diye hep oraya koyuyorsun ama öğrendim artık." adamın ensesini ve o bölgedeki kızıl saç uçlarını sevdi, onlarla oynadı. "sana garip gelebilir ama benim işim bu. ve sen her seferinde parayı ödemene rağmen bir kere bile dokunmadın bana."

kızıl, öfkeli olmasa da öyle gözüken bakışlarla kızın kollarını tutarken gittikçe ona daha da yaklaşan kızdan kaçmak istedi ilk kez, onu kıracak bir şey yapmaktan çok korkuyordu.

"yani, yine sana garip gelecek ama parayı da veriyorsun," gömlek düğmelerindeydi artık beyazın en güzel tonlarına sahip olan ama yine de zirveyi güzel yüzüne kaptıran elleri. dudaklarına yaklaşmıştı adamın, berk'in kalbi ise öyle bir döngü içerisine girmişti ki hızının hesabı olmadığından duracaktı sanki. "benim çıkmama daha yarım saat var. o yüzden eğer istersen..." gömlek düğmesinin tekini açışıyla bir adım gerilemişti berk.

berk dokunmaya kıyamazdı ama diğerleri her gün kıyıyordu onun çiçeğine. o kıyamazdı, aybike'yi incitemezdi.

aybike bir hayat kadınıydı.

"saçların. çok güzel. daha fazla düzeltmek için uğraşma artık. gözlerin de, kıyafetin de ve... kokun ve dudakların da." onu da diğer erkekler gibi görüp son iki söylediğini yanlış anlamasından korkarak sesini kısmıştı biraz. her acı gidişinde dediği cümleyi söyledi yine kadına, bu cümle ise ilk kez bu kadar ağır gelmişti beyaz çiçeğine.

"beyaz çiçeklere dikkat et, incitmesin kimse çiçeğim seni."

ay tenli kadın | ayberHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin