eğer on sekiz yıllık hayatımda değişmeyen bir şey varsa, o da şüphesiz ayak uydurmak oluyor. bir şeylere ya da birilerine ayak uydurmaya çalışarak geçen seneler birbirini kovalıyor. cesaretimin kendim olmaya yetmediği zamanlarda -ki bu hayatımın yüzde yetmiş beşinden fazlasını oluşturuyor- ayak uyduruyorum. sınıf birincisine, annemin en yakın arkadaşının oğluna, gitar kursundaki öğrencilere, mahallemizde üniversite kazanarak herkesi gururlandıran kıza. kolaya kaçıyorum. kalabalıkta benliğimle birlikte savruluyorum. diğer insanlardan bir farkım kalmamış, koyun sürüsünün yeni bir üyesi hâline gelmiş oluyorum fakat mühim değil. herkesin kendisi olmaya cesaret edemediği durumlarda kaçması gereken bir delik olmalı. benimkisi de bu, diyorum.
felix ile tanışmam da böyle oluyor. on üç yaşlarındaydım. en yakın arkadaşım bir yıl kadar önce taşınıyor ve ben kendimi hayatımın ilk depresyonu içinde buluyorum. bir daha içinden çıkamayacağımı ise o zamanlar bilmiyorum. hayata kızgınım ve bu kızgınlığımı ebeveynlerime yansıtmaktan çekinmiyorum asla. katlanılamaz bir oğlan çocuğu olduğumun farkındayım fakat en yakın arkadaşımın taşınması dünyanın en büyük yükünü omuzlarıma bindirmiş adeta. o yükün altında ezildiğim bir sene boyunca daha çok içime kapanıyorum.
ta ki felix ve ailesi, avustralya'dan gelerek yan evimize taşınana kadar.
tüm mahalle bu haberle çalkalanıyor. henüz o yaşlarda olmama rağmen, kore'ye gelecek kadar aptallar mı?' diyerek annemden bir güzel azar işitiyorum. eh, en azından yalan söylemiyorum. dünyanın bir ucundan gelerek yan evimize taşınan ailenin üzerindeki ilgi beni cinnet geçirmeye teşvik etse de, kendimi tutuyorum bir şekilde. on üç yaşlarındayım en nihayetinde. en yakın arkadaşımın bir yıl önce taşınmış olması gibi daha büyük dertlere sahibim.
annem, yan eve taşınan ailenin ne kadar kibar olduğundan ve çocuklarının ne kadar güzel göründüğünden bahsederken yemek masasının altından baş parmağımın etini yoluyorum asabi bir şekilde. ergenliğimin ilk yılları sayılır. şimdi geriye dönüp baktığımda tepkimi az bile buluyorum.
en yakın arkadaşımın evine taşınan yabancı aile de, güzel çocukları da zerre umrumda değil. bana taşınırken mektup göndereceğini söyleyen fakat yaklaşık bir senedir telefonla dahi aramayan arkadaşımın yasını tutmakla meşgulken, bir de evlerine başkalarının yerleştiğini öğrenmek yeterince sinirimi bozuyor çünkü.
annem, yaptığı yemekleri paketleyerek yan eve götürmemi söylediğinde ise yaptığım tek şey odama kaçmak oluyor. güneşliklerimi sonuna kadar çekerek yan evdeki tüm bağlantımı kesiyorum.
iki gün sonra zilimiz çalınana kadar kestiğimi sanıyorum en azından.
merdivenlerden inerken, babamın kapıda biriyle konuştuğunu duyabiliyorum fakat kulağıma gelen sesleri anlamıyorum. hayatımda duyduğum en kötü korecenin de büyük bir payı var tabii bunda. bozuk korecesinden direkt kim olduğunu anlıyorum ve anında başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor sanki. günlerdir kaçtığım, onu görmemek uğruna odama güneşi sokmayı reddettiğim kişi ile aramda sadece kapı ve babam var. neyse ki o beni görmüyor. ben kapının arkasından babamın tişörtüne bir aptal gibi yapışmışken, oğlan beni soruyor.
babam beni sinirlendirmemek için uyuduğumu söylüyor. beni iyi tanıyor.
felix, benimle tanışmak ve oyun oynamak istediğini söylediğinde ise tekrardan ateş basıyor bana. drama kraliçesiyim belki fakat kapının ardındaki oğlanın yanlış kurduğu her cümleyi onu döve döve düzeltmek isterken, felix'in hiçbir şeyden haberinin olmaması babamı üzmüşe benziyor. kahroluyor hatta. felix'in göremeyeceğini bildiği için kapının arkasından tişörtüne yapışmış elimi tutarak beni olduğum yere sabitliyor. bir atak yaparak felix'i verandamızın üzerinde parçalamamdan korkuyor, belli.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
gelirdim ama delirdim ; minsung
Fanfictionkazandığımız savaş yok fakat o gece, en azından birbirimizi kaybetmiyoruz. [twenty-five twenty-one x reply 1988 x lemonade mouth x öyle bir geçer zaman ki] [1990s, school band, found family, friends to enemies to lovers]