bir doksan sekiz baharı, esiyor sabahı

1.7K 274 360
                                    

anneme bazı konularda hak vermeye başlıyorum. mesela, turşuya limondan ziyade sirke konulması daha çok yakışıyor. bahçemizin çitlerinin kendi rengi, babamın ısrarla boyadığı fosforlu sarıdan daha güzel. bana kesinlikle uzun saç yakışmıyor. kayısı olmuş yumurta, her şekilde tavada yumurtadan daha güzel. ve ben kesinlikle, annemin canımı sıkmak için öne sürdüğü duygusuz, kalpsiz, hissiz, vicdansız -abartıyorum tabii bunu demedi- tezlerinin hepsine cuk oturuyorum.

bunu kabul etmem pek de kolay olmuyor tabii. içten içe bu gerçeği örtbas etmek için psikolojik savaşlar veriyor olsam da, bir şekilde gerçekler açığa çıkmayı başarabiliyor. ya da bu gerçeği sadece belli başlı noktalarda kabullenebilme erdemine ulaşıyorum.

çam ağacı kokusunun buram buram etrafımızı sardığı o gün, bahsettiğim belli başlı noktalardan biri. belki de benim için en önemli nokta. bilemiyorum. tek bildiğim şey, külüstür arabanın içerisinde arkadaşımızın cezanesine giderken jeongin'in yerinde benim olmam gerektiği düşüncesi.

bir şeyleri engelleyebilme ihtimalim beni hayatımın sonuna kadar avlayacak, farkındayım. bu gerçekten kaçamayacağımın da bir o kadar bilincindeyim tabii. keşkeler ve acabalar hayatımın başrolü olacak belki de. ne zaman bir çam ağacı görsem, ne zaman eczaneye girsem onu hatırlayacağım. ne yaparsam yapayım, kim olursam olayım bu gerçek bir alacaklı gibi yapışacak yakalarıma. çekiştirecek beni. sürükleyecek özgürce.

ve o an, jeongin'in bana el salladığı o son anda hiçbir şey yapmadığım gibi hiçbir şey yapamayacağım.

donup kalacağım belki de. bu sefer onu değil, kendimi kaybedeceğim.

kendimi kaybetmekten kastım kendime zarar vermek de değil üstelik. kendime en büyük zararı yaşamaya çalışarak veriyorken, daha büyük bir zarar veremeyeceğimi biliyorum çünkü. ne kadar ağlarsam ağlayayım, ne kadar canımı yakarsam yakayım o acı kendini unutturmamak için hep ensemde soluklanacak. biliyorum.

çam ağaçlarının arasında jeongin'in mezar taşındaki o günden bugüne ne kadar geçiyor, bilmiyorum. bir süre sonra takvimlere bakmayı bırakıyorum ancak bütünleme dönemi olduğu için okulun azalan çoğunluğundan haziran ayının sonlarında olduğumuzu anlayabiliyorum. tek yaptığım şey bütünlemeye kaldığım -ikisi hariç tüm dersler- çalışıyormuş gibi yapmak.

çalışıyorum da aslında. çalışmıyor değilim zira tüm gün yaptığım tek şey yurt odamın güneş sızdırmayacak şekilde çekilmiş kalın perdelerinin arkasında bir şeyler karalamaktan oluşuyor. sınıfın en gözde öğrencisinden birkaç won karşılığında aldığım fotokopiler ise çalışma masamın her yerine asılmış vaziyette. dersten kafamı kaldırsam dahi kaçamamam için elimden gelen her şeyi yapıyorum.

gerçekten sınıfı geçmeyi bu kadar istiyor muyum yoksa tüm bu çalışma hırsı son birkaç haftadır içinde bulunduğumuz buhrandan bir an olsun sıyrılabilmek için mi, bilemiyor olmak uykularımda avlıyor beni.

jeongin'in mezarına herkes evine döndükten sonra gidiyoruz. nedendir bilinmez, ailesinin bize herhangi bir imada bulunma ihtimali gözümüzü korkutuyor hepimizin. ki biliyoruz da böyle bir ihtimalin olduğunu. bu yüzden hava karardığında ve jeongin'in külleri daha önce hiç var olmamış gibi ufak - porselen kabın içinde mezarlığa kilitlendiğinde, mezarlığın dışına park ettiğimiz ve kamufle olduğumuzu düşündüğümüz külüstürden birer birer çıkıyoruz.

mezarlıklar oldum olası korkutuyor beni. bu yüzden de özel günlerde annem ve babamın aksine her zaman evde anmayı tercih ediyorum vefat eden kişiyi. ölüden değil de yaşayanlardan korkulması gerekildiği tezine kesinlikle ve kesinlikle katılıyorum fakat zaten korktuğum şeyi bu kadar basite indirgeyemiyorum.

gelirdim ama delirdim ; minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin