ya her şeyim ya hiçim

1.6K 306 264
                                    

günlerden cuma. minho'yla arka bahçemizdeki öpüşmemizin -yuh- ardından bir hafta ya geçiyor ya geçmiyor, bilmiyorum. benim için zamanın o anda durduğunu söylesem abartı sayılmaz. edebiyat falan parçaladığım da yok. gerçekten bilmiyorum. o hafta inanılmaz hızlı, fazlasıyla karın ağrılı ve stresli geçiyor.

minho, ıslak çimlerin üzerinde uzanarak sessiz bir şekilde gökyüzünü izlediğimiz için son otobüsü kaçırıyor. kaçırmak için uğraşıyor daha doğrusu ve ben de hiç sesimi çıkarmıyorum. kayan yıldıza tanık olana değin öylece uzanmaya devam ediyoruz. çimin nemi bembeyaz tişörtüme geçiyor, hafif bir şekilde boyuyor bile. zerre umrumda olduğu söylenemez. göğsümü hafifleten sözcükler dudaklarım arasından geceye karışıp, sonra tekrar dudaklarım arasından minho'nunkilere değerken dünya yansa umrunda olmaz sanıyorum.

sonrasında annem arka bahçeye damlayarak bizi bir güzel azarlıyor, küçükken yaptığı gibi. sulanan bahçenin çimlerine uzandığımız için hasta olacağımızı öne sürerek üst kata kadar kovalıyor bizi. babam ise sallanan tekli sandalyesine kurulmuş, göbeğine yasladığı kahve fincanıyla olan biteni izliyor keyifle.

bir süre pembe dizi tadında seyrediyor gecemiz. benim için fazlasıyla toz pembe en azından. uzun süredir hayatımın orta doğu sarısı -şu fakir ülke sarı efektinden bahsediyorum, iç kararıcı olanlarından- varsayarsak kendimi romantik komedi filmi başrolü sanmam uzun sürmüyor.

fazla konuşmuyoruz minho'yla. ne konuşabiliriz, onu da bilmiyorum. ben söyleyeceğimi söylediğim için rahat bir uyku çekebileceğimin bilincindeyken, kendimi daha fazla yormak istemiyorum da denebilir en azından. annemle birlikte misafir odasını hazırlıyoruz hızlıca. annem yeni yıkanmış nevresim takımını yatağa sererken, ben de dolabımdan birkaç parça çıkarıp banyo kapısının önüne iliştiriyorum.

"yatıyorum ben," diyorum odayı hazırladığımızda.

"minho'nun duştan çıkmasını beklemeyecek misin?" diyor annem de.

"çok uykum geldi, okulda sürekli karşılaşıyoruz zaten, bir şey olmaz." diyerek geçiştiriyorum. kaçıyorum daha doğrusu.

minho duştan çıkmadan önce koşa koşa odama gidiyor, pijamalarımı giyiyor ve ışığımı kapatarak yorganımın içine giriyorum. annem de çok geçmeden odama uğruyor, iyi geceler diledikten sonra aşağıya iniyor. o gittikten sonra nefes almayı unutuyorum. kulağım koridora pür dikkat kesiliyor. çok geçmeden de koridordan kapı kapanma sesi geliyor. ardından ufak ayak sesleri odamın kapısına kadar ilişiyor. kafadan mı kuruyorum, yoksa gerçek mi bilinmez; odamın kapı kolunun belli belirsiz hareketlendiğini hissediyorum ancak kapı açılmıyor. ayak sesleri de bir süre sonra yanımdaki odaya girerek varlığını kaybettiriyor.

o gece -camdan bahçeyi izleyip durmamı saymazsak- son yıllara nazaran hiç olmadığım kadar huzurlu uyuyorum. hem annemle hem de minho'yla yüzleşmiş olmanın verdiği tatlı sevinç içime sığmıyor. ikisiyle de tam anlamda yüzleşmiş sayılmam ancak rahatlayıveriyorum işte. bir adım attım en azından, diyebiliyorum.

sabah bilerek biraz geç uyanıyorum. sabahın erken saatlerinde uyandıkça kendimi zorla geri uyutuyorum. aşağı indiğimde kahvaltı masasında sadece annemi ve babamı buluyorum. minho'nun kahve bardağı hâlâ sıcaklığını korurken, camdan dışarıya bakma gafletinde bulunuyorum. minho sırtına astığı çantasıyla mahallemizin yokuşunu tırmanıyor, ben ise o yokuşu tırmanana dek onu izliyorum.

"ayıp oldu." diyor annem, minho'yu yolcu etmememe söylenerek.

"gidişlerine saysın."

cidden de öyle. gidişlerine saysın işte. arkasından sürahiyle su mu dökmeliyim? otobüs durağına kadar onunla gidip, o otobüsle uzaklaşırken otobüsün camına elimi koyarak el ele tutuşmamızı mı sağlamalıyım? tam olarak ne isteniyor benden, neden isteniyor, asla anlam veremiyorum.

gelirdim ama delirdim ; minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin