Artık soru sormanın zamanıydı. Bu güzel kadını tanımalıydı. Dakikalardır kafasında kurduğu soruları sıralamaya başladı. İlk olarak;
Nerede oturuyorsunuz?
Karşıyaka diye cevapladı kadın.
Bu olmadı diye yapay sitem ile konuşmayı devam ettirdi adam.
Yoksa siz?
Evet dedi adam Göztepeliyim. Fakat orada oturmuyorum.
Peki nerede oturuyorsunuz? diye soru sormaya başladı kadın.
Bozyaka dedi adam sıkılarak. Sanki orada oturduğundan üişmandı. Daha sonra adam yeniden sordu; evinizden bu kadar uzağa getiren şey nedir peki?
Deniz dedi güzel kadın. Bulutlu havaya rağmen vapura binmem gerektiğini hissettim.
Biraz sert çıktım öyleyse size. Tekrardan özür dilerim. Siz kusuruma bakmayın.
Beni hiç tanımıyorsunuz. Bunu bilerek yapmadığınıza eminim. Bu yüzden size kızamam. Lakin yeniden yaparsanız kırılırım.
Bir daha mı? Asla dedi adam. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Aslında bir rüya gördüm. Ondan vapura binmek istediğimi düşünüyorum.
Adam "anlatsana be kadın" diye bağıran gözlerini kadına dikmişti. Kadın az da olsa bu itaatkâr gözlerden korkmuştu. Daha sonra bu rüyayı anlatmanın doğru olmayacağını düşünmüş olacak ki,
Aslında onunla alakası yok. Dediğim gibi yalnızca vapura binmem gerektiğini hissettiğim için buradayım.
Adamın heyecanı geçmişti, kadının bir şeyler gizlediğini farketmedi. Kadının söylediklerine inandı. Kadınınn hiçbir şeyi sorgulamıyordu zaten, kuşkusuz inanıyordu. İyi de hiç tanımadığı daha doğrusu yavaş yavaş tanımaya çalıştığı bu kadına bu denli güveniyordu ki? Kimin umrundaydı ki bu? Adam, birinin ona güvenmesinden ziyade birine güvenmeyi özlemişti. Bu son yalnızlık onun insani duygularına el koyuyordu.
Daha sonra güzel kadın ve genç adam ertesi gün aynı yerde saat sabah sekizi otuz beş geçe buluşmaya karar verdiler. Tıpkı iki saat önce geldiği gibi yürüyerek evine geldi. İlk gördüğü şey duvardaki kan lekeleri oldu. Dün geceyi hatırladı. Oturdu masasına montunu bile çıkarmadan. Düşünmeye başladı. Kafasının içindeki adamla bir tartışmaya, bir münazaraya oturdu. Saatler geçmişti. Ne acıkmıştı, ne de susamıştı. Tam on altı saat masasına dirseklerini dayayarak oturdu. Kafasını ellerinin arasına almıştı, her zorda kaldığında yaptığı gibi. Saat sabaha karşı beş. Uykusu gelmişti. Ama üç buçuk saat içinde Konak Meydanı'na geri dönmeli, o güzel kadını yüzüstü bırakmamalıydı. Peki ya o kadın gelmezse? Şimdi anlıyordu münazaranın galibini. Kafasındaki adam kazanmıştı. Kadından şüphe ediyordu işte. Acaba gelecek miydi? Gelecekti veya gelmeyecekti, ama o gidecekti.
Duşa girse belki dağılırdı uykusu. Peki ya sıcak su? Sıcak su yoktu elbette, sobayı mı yakmıştı sanki. Ama süslü, temiz ve bakımlı çıkmalıydı evden. Mümkün olduğu kadar mükemmel kılmalıydı dış görünüşünü. İçi için yapacak hiçbir şey yoktu zaten. Sıcak su olmasa da banyo yapmaya karar verdi. Üstündeki kıyafetleri çamaşır makinesine sokuşturdu özensizce. Çeşmeden kovaya su doldurdu. İçerideki soğuk yüzünden bile tüyleri diken diken olmuştu. İçi ürperdi, hafifçe titredi. Kova dolduktan sonra, bir eliyle kovayı tutup diğer eliyle banyonun yırtık naylon perdesini araladı. Fayansa basar basmaz ateşi sönecek gibi oldu ayaklarının. Sanki sönebilirmiş gibi... Oturdu, adeta ayaklarıyla erittiği buzdan fayanslara. Bir tas suyu umarsızca boşalttı kafasından aşağı. Çivi gibi... bir tas daha sonra. Kalp atışlarıyla beraber hızlandı nefesi. Bir tas daha sonra. Buza çivi çakmak, yalınayak... Başını döndürdü tüm bu olanlar. Gözleri kapanacak gibi oldu. Karardı her yer yine. Gözlerinin kapanmasını engelleyebilmişti ama karanlığa engel olamadı. Kanat çırpmak, çırılçıplak...