it's snowing like it's the end of the world-krobak.*seni zifiri karanlıkta tanırdım, sen dilsiz ben sağır olsaydım bile.
seni tamamen başka bir yaşamda, farklı bedenlerde, farklı zamanlarda tanırdım. ve seni tüm bunların içinde, gökyüzündeki son yıldıza kadar severdim.✧✧✧
1945, eylül, polonya'da bir yerler.
hava diğer günlerin aksine kasvetliydi. sonbahar kendisini göstermeye başladığından hep altında oturduğumuz kırmızı akçaağacı artık renksizdi. seslerden kaçıp geldiğimiz nehirin kenarındayım. elimde kalem ve defterimle birlikte sessizce akan nehiri izliyorum.
tarihin en korkunç savaşının sonlarındaydık. kimsenin amacına ulaşamadığı ve herkesin kaybettiği korkunç bir savaştı bu. insanlar bitmişti, insanlık bitmişti. insanlık gerçekten bitmişti. küçük çocukların gözyaşlarında bitmişti mesela, sevgililerin sonsuza kadar ayrı düşen ellerinde bitmişti, annelerin mezar başındaki feryatlarında bitmişti, insanların umutlarında bitmişti insanlık. her yeni gün öncesinden daha kötü bir güne bağlanıyordu. bütün dünya kan ağlıyordu ve bu acı hiçbir zaman geçmeyecekti. yıllar utanmazcasına geçip gidecekti lakin bu acı hiçbir zaman geçmeyecekti.
düşüncelerim kafamın içerisinde öyle bir yangın oluşturuyordu ki, bu yangını durduramıyordum. kendi ellerimle kendi yangınımı harlıyor, intiharımın baş kahramanı oluyordum. yapabilseydim, elimi kafamın içerisine sokar ve tüm kelimeleri sökerek çıkarırdım.
elimde tuttuğum köhne defterin sayfalarını çevirirken kafamdaki düşünceleri bir köşeye itmiş, bu defteri son kez karalamaya başlamıştım.
★★★
bir sene önce.
"çok güzelsin." diyorum. bakışları ürkek, öyle güzel bakıyor ki, dayanamam çok severken kırarım diye ödüm kopuyor. derin nefes alırken gözüne düşen saçlarını elimle geriye itiyorum. bir tek tanrı bilir o an onu benden başka kimse görmesin diye öyle sarıp sarmalak istiyorum. dünya çok kirli ama onun her bakışına sığdırdığım dünya o kadar pak ve temiz ki. "yüzbaşı," diyor çekingen bir tavırla. sesine en güzel melodileri sığdırmış küçüğüm, zira böyle bir güzelliğin başka bir açıklaması olamaz diye düşünüyorum.
"söyle küçüğüm."
bana karşı öyle çekingen ki tavırları, gülümsüyorum. seslenmesine rağmen başı sürekli aşağıda küçüğümün. asla gözümün içine bakamıyor. bazense o kadar cesur oluyor ki, koskoca askeri birliği yöneten ben tutulup kalıyorum karşısında.
yenilmekten nefret eden yüzbaşı lee josef minho küçüğüne yeniliyor.
yüzümde hafif gülümseme, rüzgarın saçlarında dans ettiği sevgilime bakıyorum. elimle çenesini kavrayıp başını yukarı kaldırıyorum zira ne kadar sevsem de bu utangaç tavırlarını, gözlerini görmeden rahat edemiyorum. savaşın ortasındayız, alman ordusunun askeri olarak neredeyse tüm avrupayı gezen ben, bütün dünyayı küçük sevgilimin gözlerinde buluyorum.
savaşın ortasındayız ve ben etrafımız kanla kaplıyken dünyayı küçük sevgilimin gözlerine sığdırıyorum.
"siz," diyor. sesi titriyor. yanakları hafiften pembeleşirken devam ediyor sözlerine. "siz beni bu kadar güzel severken ben size yetemiyorum, hiç mi kızmıyorsunuz bana?" o an kalbimde gök gürlüyor. nasıl böyle düşündüğüne anlam veremiyorum çünkü kirli ellerimle tuttuğum silahımın namlusuna bile çiçek yerleştiren oyken, böyle düşünmesi kalbimi sızlatıyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sadece bizim bildiğimiz bir yer • 2min
Fanfictionsavaşın ortasındayız ve ben etrafımız kanla kaplıyken dünyayı küçük sevgilimin gözlerine sığdırıyorum.