valse-evgeny grinko.
*bir dünya ki kocaman
bir evren ki sonsuz
sen olmasan neye yarar?✧✧✧
üç sene önce.
kışın soğuğu şehiri sarmışken cehennemde yürüttüğüm hayatıma devam ediyordum. buraya geldiğimden beri değişen pek bir şey yoktu. her şey nasılsa öyleydi, buradakiler insandan saymadıkları kişileri buraya getirip hapsetmeye ya da hayatlarını ellerinden almaya devam ediyordu. savaş ise ne durumdaydı bilmiyordum. açıkçası pek de umrumda değildi. bize açtıkları savaşı dahi yönetemezken, bu sistemin bir sonuca varacağını düşünmüyordum. bu yüzden de ilgilenmiyordum. sonuç her ne olursa olsun benim için bir şey değişmeyecekti.
savaşı kaybetseler bile ruhumu, benliğimi, hayallerimi, ailemi elimden almışlardı. onlar kaybetse bile ben bir şey kazanamayacaktım, bu yüzdendi boş vermişliğim.
buraya geldiğimden beri hiçbir şey değişmemişti değişmesine lakin kalbimde durumlar aynı değildi. hiç beklemediğim bir anda hayatıma giren yüzbaşı beni, düşüncelerimi ve kalbimi bozguna uğratmıştı. savaş umrumda değildi ama benim savaşım tam gözümün önündeydi. ve ben savaşmayı bilmiyordum.
yüzbaşı en kırık yanımdan sarmaya başlamıştı, öyle bir tutmuştu ki ellerimi sanki sekiz dünya bir araya gelse asla ayıramazmış gibiydi. içimdeki çocuğun ölmesine izin vermeyen, bu kapanda nefes almamı sağlayan da yüzbaşının ta kendisiydi. ilk baş direnmeye çalışsam da bir süre sonra öyle bir dünyayla tanışmıştım ki içimi ona açmasam tüm dünya bir olup beni ayıplardı, en azından ben öyle hissediyordum.
bu yüzden çok uzun sürmemişti yüzbaşı minho'nun kalbime adımlaması. orada kendisine kolaylıkla yer bulmuş hatta kapılarını da kapatmıştı. kendisini kalbime hapsetmişti ve yeminim olsun ben hiçbir şey yapamamıştım. akla mantığa sığmayan bu olayın, beni korumasının gerçek olması dahi mucizeyken bir de beni sevdiğini itiraf etmesi yok muydu?
yine her zamanki gibi karanlık günlerin birinde "gel" demişti yüzbaşı bana. ben de sorgulamamış ve ezbere bildiğim yolları dikatlice gidip onun yanına ulaşmıştım. o gün her zamankinden biraz daha tuhaftı yüzbaşı, hissetmiştim. hep gördüğüm o yenilmez beden sanki yaprak gibiydi. sanki benim dilimden çıkacak kelimeler onun sonu olacaktı. öyle bir bakıyordu ki o gün gözlerime.. yanındaydım ama uzak bakıyordu bana.
"seungmin," demişti derin sesiyle. ne olmuştu bu adama diye düşünmüştüm içimden. sesi saf hüzünle yoğrulmuştu çünkü. "seungmin, gözlerime bak. görüyor musun ruhuma bıraktığın izleri?" demişti ardınca. ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım ama dediği gibi gözlerine çıkarmıştım kahvelerimi. cam gibiydi bakışları, sanki ayna yerleştirmişti gözlerine ve ben kendi yansımamı net bir şekilde görüyordum.
"biliyorum, şu an şaşkınsın. hatta ne diyor bu adam diye düşünüyorsun ama bugün lütfen bana sadece bakma, beni görmeye çalış olur mu?" adımları yaklaşırken konuşmaya devam ediyordu yüzbaşı. sesiyle yağmurları yağdıracak gibiydi o gün, farkında değildi. "keşke süslü cümleler kurabilsem ama seungmin ben bilmiyorum." karşımda öyle çaresiz duruyordu ki korkmuştum. o gün uzun zaman sonra ilk kez yüzbaşı yüzünden korkmuştum.
"ben sevgi nedir, aşk nedir bilmiyorum." demişti ardınca. aşk mı diye düşünmüştüm içimden? aşk ve sevgi demişti yüzbaşı. şaşkınlığım o kadar büyüktü ki cevap bile veremiyordum. yüzbaşı da anlamıştı bunu, bu yüzden cevap vermemi beklemiyordu. "ben bir tek seni biliyorum. bir de seni gördüğüm ilk günden beri atan kalbimi." diye devam etmişti. ne oluyordu bilmiyordum. o an neyin ortasındayım kestiremiyordum. o güne kadar kimseyi sevmemiştim. yönelimim yüzünden de sevileceğimi asla düşünmemiştim.
o cehennemde sevgi sözcüğünü düşünmek bile o duyguyu kirletiyordu diye düşünüyordum bu yüzden bunu aklımdan dahi geçirmemiştim.
ama şu an karşımda duran adam, bir alman askeri bana sevgisini mi itiraf ediyordu? hem de bu asker sıradan bir asker bile değildi?
"seungmin ben senin müptelanım."
her cümlesiyle şaşkınlığıma şaşkınlık ekleyen yüzbaşıya ne diyeceğimi bilmiyordum. öylece karşısında dururken yüzüme öyle bir bakıyordu ki.. "yüzbaşı," demiştim çekingen sesimle. "bakmayın öyle, siz öyle baktıkça bakışlarınız daha da yıkıcı hal alıyor." diye bitirmiştim lafımı. yüzbaşı hafiften gülümsemiş ve bir adım daha yaklaşmıştı cılız bedenime. yüzümü avuçlarına hapsettikten sonra tam gözlerimin içine bakmaya devam etmişti. onu görmemi istiyordu sahiden de.
"bu hissi tarif edemiyorum küçük." demişti yüzüme bakmaya devam ederken. "gözlerim seni görüyor, ayaklarım sürekli sana gelmek istiyor, kalbim senin adını sayıklıyor.." alnını alnıma yaslamıştı ardınca. tanrıya yeminim olsun o an kalbimi duyacak diye çok korkmuştum. öyle bir atıyordu ki bana sormadan, utanmıştım. "seungmin yanımda bile değilsin ama gittiğim her yere benimle geliyorsun."
ellerimi kaldırıp kollarına yerleştirmiştim yavaşça. "lütfen böyle durmayın," demiştim. dediği şeyleri sindirmem çok uzun sürecekti bu yüzden cevap veremeyeceğimi biliyordum. "nasıl?" diye sormuştu benim ardımca. "böyle işte," biraz uzaklaşmıştım sonra ondan. ellerim hala kollarındayken gözlerim dolu dolu olmuştu. "böyle yıkılacakmışsınız gibi. sakın böyle bir şeye kalkışmayın. bencilce geliyor kulağa ama siz yıkılamazsınız yüzbaşı." başımı hayır dercesine sağa sola salladıktan sonra gözümden inen yaşa teslim olmuştum.
"beni kendinize alıştırdıktan sonra yıkılamazsınız, anlıyorsunuz beni değil mi?" demiştim çaresiz sesimle. zira ölesiye korkuyordum. bana hissettiği duyguların onun sonu olmasından, bana tattırdığı ışığı elimden almasından ölesiye korkuyordum. "bana ışığı gösterdiniz yüzbaşı, şimdi onu benden alamazsınız." onu da kendimle birlikte hep oturduğumuz yere yönlendirmiştim. "yanımda durun, ben size gerekirse kalbimi çıkarıp veririm. yeter ki beni bırakmayın." gözyaşlarım benden izinsiz akmaya devam ederken lütfen demiştim kendime, lütfen beni severken benim sonumu getirmesin.
"küçüğüm," demişti narin sesiyle. kolumdan tutup göğüsüne çekmişti beni sonra. "kalbim bile yok olmak isteğiyle çarparken, öyle amaçsızca salınırken, bana yaşa diyen senin yüzündü."
ellerini saçlarıma yerleştirdikten sonra usulca okşamaya başlamıştı. "bu yüzden yerden kalkamayacak hale de gelsem ben sana ışık bulurum, gerekirse ışık ben kendim olurum." gülümsemiştim gözyaşlarımın arasından. yüzbaşı yağmur yağdırmıştı o gün kalbime doğruydu ama o yağmur sırasında gökkuşağını da yerleştirivermişti oraya.
"bir daha hiç solmasın gülüşün, ben seni böyle severken yürekten."
o gün oradaki ne yüzbaşı lee josef minho'ydu ne de esir kim seungmin, o gün minho ve seungmin'lerdi. o gün iki genç güneşi beraber karşılamış ve sevgi ağaçlarını kendi elleriyle dikmişlerdi. o gün minho söz vermişti küçüğünün gülüşünü kalbinde saklayacağına ve o gün seungmin söz vermişti minho için yaşayacağına.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sadece bizim bildiğimiz bir yer • 2min
Fanfictionsavaşın ortasındayız ve ben etrafımız kanla kaplıyken dünyayı küçük sevgilimin gözlerine sığdırıyorum.