senden başka sebebim yok.

231 43 24
                                    

train wreck-james arthur.

*hep seni düşünmek için kimsenin yüzüne bakmadım.

✧✧✧

üç sene önce.

çocukken hayatı oyun, insanları da birer oyuncu sanırdım. çocukların oynadığı oyunlardan tek farkı ise küçük seungmin'e göre hayat denilen oyunun baş kahramanının kendimiz olmasıydı. biz yoktu, sadece ben vardım. ireli gidebilmem içinse engelleri aşmamda yardımcı olacak diğer oyuncular vardı. onlar ise bizi seven insanlardı, ailemizdi mesela.

sonunda bir kazanç var mıydı bilmiyordum, bir son var mıydı orası bile meçhuldu pek tabii.

varmış minho. son diye sandığım anlar sonun fragmanı dahi değilmiş, yanılmışım.

varmış. kapatıldığım bu yer, mecbur bırakıldığım her şey benim sonumu getirecekmiş meğer, bilememişim. dünyayı insan için yaşanılır kılan şey umuttur fikrimce, umudumu öldürdüler. yaşamak için elimde tek bir gerekçe bile bırakılmamışken her güne nefes alarak gözümü açmak çok dokunuyordu kanıma. en son o odada yaşadığım şeylerden, duyduğum utançtan sonra bunu yapmak daha bir acıtıyordu.

belki de benim kilomdan iki kat daha ağır taşı zorla kaldırmaya çalışırken düşündüğüm şeyler ve beynimdeki karmaşa odaklanmamı engelliyordu. iki saat vermişlerdi tüm bu taşları yerine götürmemiz için ve bizim bakabileceğimiz bir saatimiz bile yoktu. ay gibi kavramı bile kaybetmişken bizden küstah bir şekilde saatle iş görmemizi istiyorlardı. yetiştirirsek yemek bile diyemeceğim ekmek artıkları alırdık, yetiştiremezsek ise başımızda dikilen azraillerin idman malzemesine çevrilirdik. basitti.

ve herkes yetiştiremeyeceğimizin farkında olduğundan yavaş bir şekilde halletmeye çalışıyorduk. bir saat geç veya beş saat geç, fark etmezdi. sonuç olarak alacağımız şey morluk ve sancılardan başka bir şey değildi. hoş, saati bilsek bile yetiştiremezdik. gücümüz yoktu çünkü. hepimiz kemiklerimiz görünene dek zayıflamıştık. korkunçtu. eskiden gördüğüm bedenimden eser dahi kalmamıştı. o kadar çirkindim ki bazen iyi ki ayna yok diyordum. bir de orada gördüğüm suretimi kaldıramazdım.

birkaç dakika geçmesine rağmen hâlâ yerinden biraz da olsa kaldıramadığım taşı zorlamaya devam ediyordum. fakat nafileydi. yemek bile yemiyordum, benden bunu kaldıracak gücü bulmamı nasıl beklerlerdi ki?

tam vazgeçip diğer taşa gidecekken diğer tarafımdan birinin taşı kaldırmama yardım ettiğini fark ettiğimde o kadar şaşırmıştım ki olduğum yerde kalakalmıştım. başımı yerden kaldırdığımda gördüğüm yüzle tenimin bembeyaz kesildiğinden emindim. yüksek rütbeli bir asker olduğu omuzundaki yıldızlardan bile belli olan ve yüzünü neredeyse her gece rüyalarıma misafir ettiğim yüzbaşı karşımda öylece dikiliyordu. ve bana yardım ediyordu.

hem de ikinci kez.

"bayım?" diye sormuştum aniden. ne yaptığını bilmiyordum. ne yaptığını bilmiyordum ve bu beni oldukça üzüyordu. üzerindeki üniformaya zıt hareketleri içimde filizlenmeye başlayan yeşilliklere sebep oluyordu ve bu beni o kadar korkutuyordu ki bundan bile nefret etmiştim. bu duyguyu aşmayı daha yeni başarmışken bana hissettirdiği şeylerden daha en başından nefret etmiştim. yapmamalıydı, her ne yapıyorsa bunun bir sonu yoktu bu yüzden yapmamalıydı.

elimle gömdüğüm duygulara su dökmemeliydi zira o duyguların yeniden yetişmesi benim kalbimi çıkarıp ellerimle ona sunmama neden olacaktı, biliyordum. en başından beri karnımdan başlayıp saç uçlarıma kadar hissettiğim duyguların güneşi yeniden görmemi sağlayacağını biliyordum. karanlığa alışmışken böyle bir ışığın küçücük dünyama ufak bir aydınlık verip sonra yeniden karanlığa boğmasına izin vermemeliydim. utanmıştım, daha en başından sol göğüsüme ve zihnime yerleşen o duygulardan utanmıştım.

sadece bizim bildiğimiz bir yer • 2minHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin