surround me-woest.
*derinlerde, kalbimin derinliklerinde deniyorum. ışığını takip etmeye çalışıyorum ama burası hep gece. lütfen, benden vazgeçme.
✧✧✧
üç sene önce, ocak.
titriyordum.
titriyordum ve bu ne yazık ki üşüdüğümden değildi. aylardan tahmin ettiğim kadarıyla aralık veya ocaktı. hava normalde olduğundan çok daha soğuktu, üzerimize giydiğimiz çöpten farksız kıyafetler ısınmamıza hiç mi hiç yardımcı olmuyordu lakin şu an titrememin sebebi soğuktan değildi. korkudandı.
yaklaşık on dakika önce acele etmemi söyleyen asker ortalıkta görünmüyordu. buna sevinmem gerekirken bedenimi esir alan saf korkuyla baş edemiyordum. hiç böyle olmamıştı. daha önce de o askerle muhatap olmuştum ama bu sefer içimde hissettiğim garip bir karanlık vardı. anlatamıyorum ama farklıydı. çok farklıydı.
normalde dayak yememem için söylediği gibi hazır olup çıkıyordum ama bu sefer ayaklarım adımlamayı unutmuş gibiydi. buna rağmen gitmem gerektiğini biliyordum. yoksa daha kötü olurdu, çok daha kötüsü olurdu ve buna hazır değildim. bedenimin neredeyse her yerini uzaktan bile belli olan çürükler sarmışken gitmeme gibi bir seçeneğim yoktu. hoş ya, benim burada seçme gibi bir hakkım yoktu.
kafamdaki düşünceleri bir kenara itip hemen ayağa kalkmıştım. gitmem gerekti. vakit daralıyordu ve burada geçirdiğim her saniye benim aleyhime işliyordu. o her saniyenin acısının benden nasıl çıkacağını artık kestiremediğimden hemen gitmem gerekiyordu. zira zararı en aza indirmemin başka bir yolu yoktu.
odadan çıktıktan sonra askerin beni beklediği yere doğru adımlamaya başlamıştım. etraf her zamanki gibi kasvetliydi. nasıl oluyordu bilmiyordum ama bu iğrenç yerin her yerinden karanlık akıyordu. sanki tüm dünyadaki acıları toplayıp aynı yere koymuşlar gibiydi. gülümseme yoktu burada, mutluluk yoktu, umut, umut hiç yoktu.
buradan çıksak bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı bunu herkes biliyordu. ben dahil.
göğüslerinde numara ile gezen diğer insanları izleyerek gitmem gereken yere varmıştım. kapının önünde beklerken içeriden gelen gülüşme seslerine kulak vermiştim.
gülüyorlardı. hiçbir şey olmamış gibi, insanların ruhlarını, gökteki yıldızları dahi çalmamışlarmış gibi tasasız bir şekilde gülüyorlardı. nefret ettim, o an bir daha orada olmaktan, oradaki insan demek istemediğim kişilerle aynı ortamda olmaktan etimle kemiğimle nefret ettim. çok acıyordum. içim çok acıyordu.
daha küçük paul'un külleri bile bu havayı terk etmemişken buna sebep olanların böyle gülebiliyor olması beni çok acıtıyordu.
oysa paul da gülmeyi çok severdi. izin vermediler.
küçücük çocuktu paul. benim gibi ailesinden koparılıp sırf farklı ırktan olduğu için buraya tutsak edileli daha bir hafta bile olmamıştı. saçlarını çok severdi o da benim gibi. kirliydi diye de sürekli yakınırdı. göğüslerinde azrailin armasını taşıyan birkaç asker ona duş alabileceğini söylediğinde çok sevinmişti. gülmüştü o da. çok güzel gülmüştü hem de.
fakat olmadı. birkaç saat sonra havaya karışan siyah dumanla birlikte paul da gitti yanımdan. ve ben yine izlemeye mahkum kaldım. yapmayın bile diyemedim.
bu yüzden burası ve buradakilerle birlikte kendimden de nefret ettim. ama en çok kendimden.
seslerine daha fazla dayanamadığımdan kapıyı tıklatıp beklemeye başlamıştım. gir komutunu duyduktan sonra da içeri girmiştim. hâlâ korkuyordum. hâlâ titriyordum lakin yapacak bir şeyim yoktu. gel demişlerdi bir kere, gitmesem neler olacağını bildiğimden buna mahkumdum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sadece bizim bildiğimiz bir yer • 2min
Fanfictionsavaşın ortasındayız ve ben etrafımız kanla kaplıyken dünyayı küçük sevgilimin gözlerine sığdırıyorum.