FİNAL

225 27 13
                                    

Oldukça sinirlenmiş, camı pencereyi parçalamıştım. Nasıl olurdu da bir işe yaramazdı. Tekrar tekrar aynı işlemleri yaptım ama bir adım ileri bile gidemiyordum. Mehtap elinde kocaman bir bardak portakal suyu ile içeri girdi. Defol diyerek bağırdım. Kız nasıl kaçacağını şaşırdı. Bir öne bir arkaya derken elindeki bardağı yere düşürdü ve koşarak gitti. Portakal suyu yerdeki karolar ın üzerinde yayıldı ve siyah zeminin üzerine küçük sarı bir leke bıraktı.
Balkona kapı yerine kırdığım pencereden çıktım. Her yer cam parçaları ile doluydu. Masanın vernik kokusu her dakika sanki dahada ağırlaşıyordu. Balkonun meyve ağaçlarına bakan köşesine doğru usul usul ilerledim. Temiz havanın ciğerlerime dolmasına izin verdim.
Bir kaç defa daha denedim ama saat çalışmıyordu. Hak etmediğim bir hayatta sıkışıp kalmıştım. Şuan başkasının olması gereken bir yaşamı adilikle ve pespayelikle ele geçirmiştim. Yaptığım davranışın hiçbir onurlu yanı yoktu. Aslında hiç bir şeyin önemi yoktu, çünkü bu sefer İpek yoktu. İpekin olmadığı bir hayatında yaşanılacak bir yanı da yok...

Odanın içinde biraz gezindikten sonra, karonun üzerine dökülen portakal suyunun, bırakmış olduğu lekenin üzerinden atladım ve dışarıya doğru yürümeye başladım. Yürürken derin düşüncelere dalmıştım. Düşünmenin bu denli mutlu ettiğini yeni keşfetmiş gibi küçük bir gülümseme yüzümde peyda oldu. Önceki yaşadıklarımı,İpek'i ve İpeksizliği,ölen oğlumu,Mikail'i ve melek'i,tımarhanenin çatısını ve ordakileri, annemi,babamı, tuhaf ihtiyar ve tabiki hayatımı alt üst eden saati,herşeyi ama herşeyi ince ince düşünüyordum.
Başımı yukarı kaldırdığımda çıkış kapısına gelmiştim. Düşünceler bir toz bulutu gibi bir anda dağıldı. Eve gitmek için arkamı döndüğümde yaklaşık on adım ilerideki yirimiden daha fazla kişi bana baktı. Sizde kimsiniz diye seslendiğimde, ellerini önlerinde birleştirip, başlarını önlerine eğdiler. Bir kaç adım yaklaştım. Bir şeyler söylemek için kafamın içinde kelimeleri hizaya sokarken, dikkatim oturduğum yapının mimarisine ve boyuna takılmıştı. Bir anda yutkunmakta güçlük çektim.
Aman Allahım burası da neresi? Ben gerçekten kimim?
Yaklaşık elli ile altmış metre uzunluğunda, Piramit şeklinde,dış cephesi ağır görünümlü gri taşlarla donatılmış,sağından ve solundan devasa zincirler sarkıtılmış bir Şato yada bir kale gibi. 17. Yüz yıla ait bir mimariye sahip yapıyı kim tasarlamış olabilir. Yada ben neden böyle bir yerde oturmayı seçmiştim. Dış kapıya giden yolun iki yanı çeşit çeşit ağaçlarla kaplıydı. Önümdeki yaklaşık yirmi kişi ben yürümeye başlayınca yolumu açıp, arkamdan gelmeye başladı. Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra ancak ulaşabilmiştim. Mehtap kulağıma eğilerek, fısıltılı bir sesle efendim bu yolu ilk defa yürüdünüz. Dedi. Nedenini sormadım çünkü yaşlı biriyim ve dış kapıya yürüyerek gitmek yarım saat sürüyordu. Kaşlarımı çatarak baktım. Mehtap söylediğinden pişman olmuş gibi boynunu bükerek geriye doğru adım attı. Bu sırada içeri girmiştim. Dışarıdan 17. Yüz yılı andıran mimari,içeride günümüz teknolojisi ile şekillendirilmişti. Elektronik bir ses Ferit bey hoşgeldiniz dedi.
''Teşekkür ederim''
Asansörü önüne geldiğimde aynı elektronik ses hangi kata gitmek istediğimi sordu. Boğazımı temizleyerek kütüphane katı dedim. Tam adım atacaktım ki zemin bir anda hareket etmeye başladı. Hareketli zemin Asansörün içine girdiğimde mekanik bir ses çıkartarak durdu. Asansörün kapısı kapanınca , dingin bir müzik çalmaya başladı. Asansörde hiç düğme yoktu. Bir göz açıldı ve bana doğru gelen bir puro ve bir çakmak geldi. Alıp yaktım ve derin bir nefes çektim. Dumanı biraz fazla çekmiş olmalıyım ki öksürmeye başladım. Asansörün kapısı açıldığında elektronik ses sigarayı bırakmam konusunda beni uyardı ve keyifli günler diledi. Ağzımda puro, dumanını savura savura ağır adımlarla oda görünümlü kütüphaneye girdim. Portakal suyunun bırakmış olduğu leke temizlenmişti. Ayrıca balkonun paramparça olan camı temizlenmiş ve yerine yenisi takılmıştı. En yakın yerleşim yeri kilometrelerce uzakta olmasına karşın burada herşeyin anında yapılıyor olması enteresan bir durumdu.
Çalışma masasının başına geçip, mektup açacağı ile oynamaya başladım. Daha sonra saati kolumdan çıkartıp, mektup açacağı ile tamir etmek gibi tuhaf bir çaba içerisine girdim. Ama nafile, saati tamir edebilmek için açmak gerekiyordu ama açılacak herhangi bir noktası yoktu.
Sonbaharda dökülen yaprak misali, dalından kopmuş, rüzgarın götüreceği yöne doğru boşlukta süzülüyormuş gibiydim. Hava almak için balkona çıktım. Vernik kokusu her dakika dahada yoğunlaşan masanın kenarındaki sandalyeye yavaşça tünedim. Yüzümü ellerimin arasına alıp kara kara düşünmeye başladım. Aşkı özlemiştim ve ulaşmak için saatin çalışması gerekiyordu.
Kolumda kaşınma ve karıncalanma başladı. Bir kaç dakika sonra geçti. En küçük gariplikte bile saatin çalışacağı düşüncesi ile heyecanlanıyordum.
Saati bir kaç defa daha ayarlayıp bekledim. Hiç bir değişiklik yoktu.
Kolumu vernik kokulu masanın üzerine koyup, gözlerimi saate sabitledim. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum ama sanki bunu bana başka bir şey yaptırıyormuş gibiydi. Saatin akrep ve yelkovanı hızlı hızlı dönmeye başlamıştı. Birer melek kanadı olan akrep ve yelkovan hızlı bir şekilde dönerken adeta havada uçuyormuş izlenimi veriyordu.
Gökyüzü kapanmaya başlamış, rüzgar şiddetli bir şekilde esmeye başlamıştı.
Gözlerim hala saate sabitti. Vücudum hareketsizleşmeye başlamış, nefes alış verişim düzensizleşmişti. Kalp krizi geçiriyordum yada felç olmuştum. Hangisi olduğuna karar veremiyordum. Aslında bir karar vermem gerekmiyordu,önemli olan bana ne olduğuydu. Başım yavaşça masanın üzerine düştü, gözlerim dışında hiç bir yerimi oynatamıyorum. Sadece hızlı hızlı dönen akrep ve yelkovanı izliyorum. Ağzımın kenarından akan salya, yaşlı sakallarımdan içeri kırışık tenimi ıslatmıştı. En azından bunu hissedebilmiştim. Gözlerimi gökyüzüne doğru çevirdim. Siyah tan daha siyah bir hal almıştı. Rüzgar şiddetini o kadar çok artırmıştır ki ağaçlar köklerinden sökülüyordu. Havada uçuşan onlarca madde vardı. Keskin ve sinirli olan hava kasırgaya dönüşmek üzereydi. Gözlerimi tekrar saate çevirdim. İlk önce yavaşladı, daha sonra terse doğru az önceki hızından daha hızlı dönmeye başladı. Kulağıma bir kaç cümle fısıltı haline de ses geldi. Kim konuşuyordu. Ağzımdan Salyalar akmaya devam ediyordu. Gök yüzünde patlayan şimşekler her yanı gündüz gibi aydınlatıyor du. Bir gerilim filminin ortasına düşmüş, beni kurtaracak mucize yi bekliyordum. Sadece gökyüzü değil, yeryüzü de öfkeye kapılmış sallanmaya başlamıştı. Bildiğim bütün duaları okuyordum. Ölümün yaklaştığını hisseden her insan gibi sırasız ve sayısız dua okuyordum. Gözlerim kapanmaya başladı. Hiç bir şey hissetmiyor olamam yetmiyormuş gibi birde gözlerim kapanmıştı. Bir ölüden tek farkım beynimin hala çalışıyor olmasıydı. Ama buda çok uzun sürmedi ve bir filmin jenerik yazılarından sonraki derin ve amansız karanlığa gömüldüm.

SAATHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin