3.4

119 14 9
                                    

İKİ YÜZ KIRK BEŞİNCİ GÜN

Merlin kaçıncı günde olduğunu bilmiyordu. Artık bildiği tek şey acı içinde olduğuydu. Yaşamak zorundaydı. Bir plan kurmaya çalışmıştı. Kafasını düzgünce toparlayıp düşünemiyordu. Ancak kaba taslak bir şeyler kurmuştu zihninde.

Nicholas'a gitmek üzere yola çıkmalarına ne kadar kalmıştı, bilmiyordu ama az kaldığından emindi. Oraya giderken zincirli olmayacaktı, kelepçeli olacaktı. Bu yaşam gücünü emen kelepçeler hâlâ bileklerinde olacaktı ama onu bir yere bağlayan zincirler olmayacaktı.

Merlin bunu öğrenince kendine bir umut edinmişti. Belki de kaçabilirdi. Belki de kurtulabilirdi!

Kurtulmak diye düşününce aklına Arthur gelmişti.

Onu oraya terk etmişti. Onu unutmuştu. Acı çekeceğini, işkence göreceğini, satılacağını ve hatta belki de öleceğini bildiği haalde aramaya glmemiş, kurtarmaya çalışmamıştı. Onu yok olmaya terk etmişlerdi. Büyük ihtimalle çoktan öldüğünü düşünüyorlardı. Ölümünü kabullenmişlerdi. Arthur olsaydı Merlin gerekirse yıllarca kurtarmak için savaşırdı. Her tehlikeye göğüs germekten çekinmezdi. Ama Arthur babasının bir sözünden çıkamamış, dostunu bu köle tacirinden almak için uğraşmamıştı.

Morgana zaten tamamen nefret sebebi olmuştu. Onun aşkını kullanıp alabildiği kadar bilgi aldıktan sonra, artık kimseden yardıma ihtiyacı kalmayınca ve bu kahinlik işiyle başa çıkabilmeye başlayınca Merlin'le işi bitmişti. Onun duygularını kullanmış, işi bitince de ölüme terk etmişti.

Merlin emindi ki eğer kurtulabilirse ve Camelot'a ölmeden dönebilirse herkes önce şok olacaktı. Arthur ve Morgana bakışacaklardı. Sonra sanki onu ölüme terk etmemiş gibi, çok özlemiş gibi koşup sarılacak, tedavi ettirecek, peşinde dolanacaklardı. Sanki tüm bu acıları çekmesine göz yummamış gibi...

Merlin içinde biriken nefretin boyutuna kendisi bile şaşırıyordu bazen ama insan aylarca böyle bir yerde, böyle şeyler yaşamaya terk edilince, öfkelenebiliyordu.

Meşalenin ışığını gördüğünde düşünce treni durakladı ve içini korku dolu, buz gibi bir his kapladı. Kırbaç seansı gelmişti. Ancak artık öğrenmeye başlamıştı, zorunlu olarak. Artık ne kadar canı acırsa acısın çığlık atmıyordu. Dudaklarını parçalayana kadar dişliyor, kafası şişene kadar arkasındaki taş duvara vuruyordu ama asla bağırmıyor, inlemiyordu.

Kırbaç bazen deneme amaçlı olarak yanık kollarına, yaralı göğsüne, taşa sürtüne sürtüne tamamen soyulmuş ve soğuktan yeşilimsi bir renk alan sırtına atılıyordu. O zamanlarda bağırmamak için kendini o kadarr sıkıyordu ki aniden zincirlere asılıyordu istemsiz olarak.

O anlarda sanki bileklerindeki kelepçeler yaşam enerjisiyle birlikte tüm ruhunu, bedenindeki her hücreyi ve kanı aynı anda tek seferde çekmiş gibi ağrıyordu. Asker gittikten sonra acısından ağlıyordu, gözyaşları ter ve bazen kana karışıyordu.

Ancak tek bir inilti ya da bağırtı çıkarmıyordu.

Bu kez farklı olarak kırbaç ve askerle birlikte Sarrum da gelmişti. Merlin onu bir süredir görmüyordu.

Kırbaç havalandı ve şak sesiyle dizlerine çarparken Sarrum kenarda oturdu ve meşalenin ışığında seyretti.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~•••••••••••••••••••••••~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

Yirmi darbeden sonra asker tek kelime etmeden ayrıldı. Merlin yorgunlukla sarktı olduğu yerde. Askerin yemek ve suyu sonra getireceğini biliyordu.

Sarrum oturduğu yerden kalktı ve ona ilerledi. Merlin'in konuşmayacağını bilerek konuşurken, zevkten dört köşeydi.

"Senin şu prens var ya, kurtaracağına emin olduğun."

Emrys'in İntikamıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin