hangisinden kaçmalı,

92 9 3
                                    

adal

abimle konuşup annemle babamın halamlara gittiğini ve gece orada kalacaklarını, kendisinin de geç geleceğini öğrendikten sonra telefonu kapatıp müzik açtım.

sakin bir şeyler dinlemek istiyordum, aklıma gelen şarkıyı direkt açtım.

mélancolie

fransızcayı çok seviyordum, beni her zaman rahatlatırdı. şarkı yeni bitmişti ki aşağıdan araba sesi duydum. bakışlarımı apartman girişine çevirince feza'nın arabadan iniyor olduğunu gördüm. başını yukarı kaldırıp beni görünce kapıyı işaret etti. 

hızlıca yerimden kalkıp otomatiğe bastım ve kapıyı açıp beklemeye başladım. asansör yerine merdiven kullanmayı seçip zaten ikinci katta olan daireyi bulması uzun sürmemişti.

geldiğinde bana uzunca baktı, gözlerinde okuyamadığım bir duygu vardı.

bana acıyor muydu?

içeri gelmesini işaret ettikten sonra beni takip etmesi için balkona doğru yürüdüm. elimle sandalyeleri gösterdikten sonra ilk defa konuştum. "otur sen, kahve ister misin?" 

"olur, zahmet olmayacaksa."

"sütlü mü sade mi?" soruma hafifçe güldü ve mırıldandı, "sade."

hızlıca zaten kaynamış olan suyla kahveyi yaptıktan sonra balkona yanına geçtim. bir sigarayı yarılamış şekilde oturuyordu.

kahvesini önüne koyduktan sonra kendi hafiften soğumuş kahvemden bir yudum aldım, o da kendi kahvesinden bir yudum aldıktan sonra söze girdi. "günlerdir... ne yapıyorsun?"

yutkundum. "hiçbir şey." cevabım hoşuna gitmemiş gibi başını salladı. "seni... tanımak istiyorum. anlat bana, tüm hayatını, tüm yaralarını bileyim." gözlerim dolmuştu, neden merak ediyordu ki? 

"ben..." devam edemeden boğazımda yükselen hıçkırığı tutamadım. gözyaşları bir anda yanaklarıma hücum edince derin bir nefes aldım. elimi tutmak için elini uzatınca korkuyla geri çektim. anlamazca baksa da sorgulamadan elini çekti.

"özür dilerim." başını iki yana salladı. "özür dilenecek bir şey yapmadın."

derin bir nefes aldıktan sonra abimin paketinden iki dal çıkartıp birini feza'ya uzattım. kendiminkini yaktıktan sonra kahvemden bir yudum alıp konuşmaya başladım.

"günlerim yataktan çıkmayarak geçti. uyuyup, kabus görüp geri uyanmakla. elime geçen her kesici aletle kendime yaralar açmakla geçti." son söylediğimle derin bir iç çekti. 

sanırım en baştan anlatmalıydım.

"hiçbir zaman iyi bir aile yaşantım olmadı. sinir hastası bir baba ve çocukları için her şeye katlanan bir anneyle büyüdüm. küçüklüğümle ilgili hatırladığım ilk anım babamın 3-4 yaşlarımdayken yüzüme attığı tokattı. hiçbir zaman geçmedi, değişmedi. on yaşımdayken ilk zayıf notumu görünce beni saatlerce dövmesini, on üçümdeyken eve on beş dakika geç geldiğim için ocak soğuğunda tüm gece kapının önünde titreyerek uyumamı, on altı yaşındayken bir erkekle sevgili olduğumu görünce saçlarımdan tutup duvara fırlatmasını ve daha binlercesini asla unutmadım, unutamam."  derin bir nefes alıp devam ettim.

"2 yıl önce babamın iş yerine gittiğimde onun ortağıyla aynı odada kaldığım günü..." 

hatırlamak bile tüylerimi diken diken etmişti. titrek sesimle devam ettim.

"babam- babam toplantıya girmişti, ortağı da beni odasına davet etmişti. abi gibi yaklaşıyordu bana, nereden... nereden bilebilirdim ki?" konunun ne olduğunu anladığında yutkundu. 

"devam etmene gerek yok, canını acıtıyor." başımı salladım. "o günden önce de temasla alakalı problemlerim vardı zaten, ama sonrasında ağır bir dokunulma fobisi geliştirdim. aşmam çok zor oldu, hala da tam olarak aşabilmiş değilim. tetikleyici olaylar yaşadığım zaman tekrardan başlıyor." anlayışla başını salladı sigarasından bir nefes daha çekerken.

gözyaşlarım bir süre daha akmaya devam ederken feza'nın yüzü yerine ellerime odaklanmıştım. kahvemin son yudumunu aldıktan sonra mırıldandı, "bir şeyler yedin mi?" yalan söylemek istiyordum.

söyleyemedim.

"hayır."  hala ellerime bakıyordum. iç çekti. "ne zamandır?" hatırlamaya çalıştım. 

"bar olayı... ne zaman olmuştu?" biraz düşünüp cevap verdi, "beş gün olması lazım." hafifçe güldüm, acınası haldeydim.

"beş gündür hiçbir şey yemiyor musun?" başımı iki yana salladım. "en sevdiğin yemek ne?" ne yani, bana yemek mi yapacaktı?

"makarna, sanırım." güldü. "o zaman sana makarna yapıyoruz, gel bakalım." ayağa kalkarken kıkırdadım. mutfağa girdiğimizde kilerden en sevdiğim makarna türü olan uzun erişteyi çıkarttım. kettle'a tekrardan su koyduktan sonra tencere çıkarttım. en son feza bana döndü, "şimdi oturuyorsun, bundan sonrası bende." teslim olurcasına ellerimi kaldırıp balkondan sandalye getirdim ve oturdum. 

"nasıl yersin makarnayı, yoğurtlu mu yoksa soslu mu?" 

"çok klasik ama yoğurtlu." gülümsedi. "klasik ama lezzetli. zevkli bir insansın adal." kıkırdadım.

çok geçmeden suyun kaynadığına işaret eden ses gelmişti. feza tencereyi ocağa koyduktan sonra önce suyu koyup altını açtı. makarnanın paketini açacakken hızla bana döndü. "çok önemli bir soru soracağım." kaşlarımı çattım, "nedir?" 

sanki cevabım dünyayı kurtaracakmışcasına derin bir nefes aldı, "makarnayı kırarak mı pişirirsin yoksa kırmadan mı?" kahkaha attım. "tabi ki kırmadan, benim içimde bir italyan yatıyor." rahatlamış gibi güldü.

"bir an kırarak diyeceksin diye çok korktum." tekrardan kahkaha attım.

makarnayı kırmadan tencereye koyduktan sonra suyuna sıvı yağ ve tuz atıp yanıma bir sandalye daha çekti. sandalyeyi bilerek bana çok yakın koymamıştı, temas etme ihtimalimiz yoktu. bunu düşünmesi bile çok tatlıydı.

bir süre sessizce mutfakta oturduk. zaman kavramı diye bir şeyim kalmadığı için ne kadar olduğunu fark etmeden makarna pişmişti bile. feza makarnayı önce süzdü, daha sonra tereyağında kavurduktan sonra hazırdı. o tabaklara koyarken ben de buzdolabından yoğurdu çıkarttım. tabaklardaki makarnanın üzerine yoğurdu koyduktan sonra balkona geçtik.

karşı karşıya oturduğumuzda en sevdiğim yemeğin bile midemi bulandırdığı gerçeğiyle yüzleşiyordum. bana yememi söylermiş gibi bakarken gözlerimi yine kucağımdaki ellerime indirdim.

"hey." başımı kaldırıp ona baktığımda gözlerinde acımayı, belki de öfkeyi görmeyi bekledim.
ama tam aksine, o bana anlayışla bakıyordu.

"miden mi bulandı?" başımı salladım. şımarık bir çocuk gibi davrandığımı biliyordum ama elimde değildi işte.

"hepsini yemen gerekmiyor ama en azından midene bir şeyler girsin olur mu? çay yaparım sana yedikten sonra, mideni rahatlatır." yutkunup başımı salladım tekrardan.

bana göstererek çatalı eline aldı, tabağa götürüp biraz makarna aldıktan sonra tekrardan kaldırıp bana gösterdi ve ağzına götürdü.

bu kadar anlayışlı ve sabırlı olması çok garip geliyordu.
ben de onu taklit ederek bir miktar makarnayı yemeye çalıştım.
tadına odaklanmaya çalıştım, sanırım işe yarıyordu da.

tabağın yarısına kadar geldiğimde tamamen doyduğumu hissetmiştim. çatalı elimden bıraktığımda feza'nın beni izlediğini fark ettim. gözlerimiz buluştuğunda gülümsedi. 

"afiyet olsun." 

"ellerine sağlık."  









anamız babamız yok deriz // bxbHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin