Hayat hiçde adil değildi.Aynı anda hem çok yavaş hem de çok hızlı. Şeytanlar ve melekler aynı piyanonun başında farklı parçalar çalıyordu.Hayat hiçde merhametli değildi.Değerli bir enstrümanın en değersiz parçasıydı dünyada yaşayan insanlar.Satranç takımının Şah'ı bile bir adım atabiliyorken karelerde, insanların zıplayabilmesi beklenmedik bir davranış olurdu hayatta.Zamanın ötesinde bir varlık olmak istemek, ışık gibi, pırıl pırıl.Şahane bir güzellik istemek, en doğal hakkı olurdu insanların.Peri kızı gibi, hafif, ihtişamlı, küçük, sevimli... Böyle bir şey istemek ancak temiz bir yüreğin daralan damarlarını ferahlatmak istemesi demektir.Böyle bir şey istemek ancak bir insanın rüzgara karşı omuzlarını dikleştirip, soğuğun canına okumasıdır.Soğuğun canına okumasıdır...Ertesi sabah genç adam babasının bir tanesi olmaktan bunalıp takım elbisesini üzerine geçirirken aynadaki çekik ela gözlerine hükümle baktı.Ortalıktan bertaraf ettiği duygularını düzenle, ayraç misali kitap arasına koyarak rafa kaldırdı.Siyah, parlak köseli ayakkabılarını ayaklarına geçiren genç adam, zarafetle, dökük otel kapısını açıp koridorda çınlayarak yürümeye başladı.Nereye ne yapmaya gittiğini bilmiyordu.Ne amaçla hangi duygularla komutlandığını hissedemiyordu.Bazen bilmemek en samimi yoldaşıydı bilmenin. Kalbi sağ elinde tuttuğu bir serum gibiydi.Tek farkı bunun sıcacık olmasıydı.Hasta bir kalbin hasta bir beyne hükmediyor olması, aç bir çocuğun yokluktan yediği küflü bir ekmek gibiydi.Kokusunda bir aşinalık vardı.Kokusunda çirkinliğin güzelliği vardı.Kalbi aç, beyni doyumsuz.Kalbi beynine kırmızı kabloyla bağlanan bir bomba.Bu genç adam bir baş yapıt.Bu adam bir kusursuz heykel.Bu adamın tek kusuru kusurunun olmaması.Kusursuzluk en büyük kusurdur.
Sabahın erken saatlerinde hızla sokak taşlarında yürüyen genç adam yükselmeye devam eden bir tsunami dalgası.Şiddetle hışırdayan, kulakları hunharca zedeleyen bir Tayfun Kasırgası...Bu genç kalp sıcaktan bunalmış bir çöl, bu genç beyin sıcaktan erimeye başlamış bir buzul.Bu adam amaçsızca giydiği takım elbise içinde o kadar ihtişamlı ki, yazık bunun farkında değil.Çekik ela gözleri siyahın içinden gümüşi parlarken tuttuğu mezarlık kapısının önünde öylece kaldı.Anlık düşüncelerle kestane rengi saçlarının arasından etrafa göz gezdirdi.Ağaç dallarının arasından hafif bir rüzgar üfleyip genç adamı uyuşukluğa tutan düşüncelerinden uyandırdı.Ağır adımlarla içeriye girip mezarların arasında dolaşmaya başladı.Etrafta kimse yoktu.Sabahın ilk ışıklarında toprağa, rüzgara, taşlara, ağaçlara sessiz ölüm hakimdi.Sessiz bir ölüm hiçbir şey duymamak ise, ölümün sessizliği, ayaklarının patırtısı bu kadar ise sessizlikten korkmalı insan...
Mezar taşlarını teker teker tutarak ilerleyen genç adam hayatı boyunca sevdiği kadınları düşünüyordu.Yüzünde benimsenemeyen, tebessümle karışık bir hüzün vardı.Ayaklarında ileri gitmek istendiği halde bir uyku hali, mahmurluk vardı.Kahverengi ve yeşilden çalan gözleri ateş ve barutun yan yana gelmesi kadar hükümdar.Soğuk ve sıcağın zıttı kadar itaatkar.Bir kadına işkence edebilecek kadar zalim, bir kadına kollarındaki dünyanın okyanusundan tattırabilecek kadar mazlum.Mumyalanmış bir kalp için, gizemleri piramitlerin basamaklarına yazmış bu gözler maviden nefret edebilecek kadar anılarla dolu.
Bir adam aynı anda kaç kadını sevebilir?Aynı anda kaç kadına yürek bağlayabilir?Hangisini en çok sever?Hangisini daha çok sever? Bir adamın kalbinde bir çok kadın vardır.Bir yavrunun burnu aktığında, canının yanmayacağını bildiği tek güvencesi; annesi... Her şeyi, herkesi kaybettiği anda bir an düşünüp kimseye değişmemesi gereken kız kardeşi... Yaşamı boyunca kalbine parmaklarıyla tekme vuran sevdiği kadın... Bir adamın kalbinde bir çok gerekli kadın vardır.Hepsi gereklidir.Bir tanesi diğer ikisinden bir fazla olmak kaydıyla.Ta ki bazı soruların cevabı yoktur. Bir adam Tanrı'dan sonra en çok kimi sever?