"Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu"
YA DA
Aşkın Psikolojisi
Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942), Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einerUnbekannten) adlı öyküsünü 1920'li yılların ilk yarısında –büyük bir olasılıkla 1922'de– kaleme aldı.
Öyküyü ve içerdiği gerçekliği yeterince kavrayabilmek açısından bu tarihi göz önünde tutmakönemlidir. Orta Avrupa'da 1870'lerde başladığı kabul edilen bu dönem kozmopolit, yani çokkaynaklı kültürün Avrupa'daki doruk noktasını oluşturur ama aynı zamanda çarpıcı bir çelişkiyi desergiler. Çünkü sözü edilen bu zaman parçasında belli bir çöküş ve yine belli bir yükseliş eşzamanlıve birlikte yaşanır. Çöküş aileden devlete ve iktidar mekanizmalarına kadar uzanan çok geniş biryelpaze boyunca, hemen bütün toplumsal kurumlarda yaşanır. Bu, kültürdeki eskimişlikten ya daSigmund Freud'un çok doğru nitelendirmesiyle, bu eskimişlik sonucu "kültürde tedirginliğin"başlamasından kaynaklanan bir çöküştür.
Böyle bir çöküşü eşi bulunmaz bir hesaplaşma fırsatı sayan dönemin sanatçıları, düşünürleri vebilim adamları, alanlarındaki hesaplaşmalarını somutlaştıran eserleriyle ve buluşlarıyla, bu defa aynıçöküşe koşut ilerleyecek bir yükselişin altına imza atacaklardır. Bu arada özellikle psikoloji alanındaFreud, Adler ve Jung'un buluşları ile bu buluşlar temelinde geliştirilen kuramlar, insana ve toplumaait o güne kadar bütün bilinenlere artık çok farklı açılardan bakılmasını kaçınılmaz kılacak, insankarakterinin belirleyici etmenlerini yeni yorumların süzgecinden geçirtecek ve bu arada insanlararasındaki türlü iletişim biçimleri ve ilişkiler de bu yorumlardan paylarını alacaklardır.
Yaşadığı yıllar bağlamında (1881-1942) bütünüyle Orta Avrupa'nın bu kendine özgü kozmopolityapısıyla biçimlenen bir "Çöküş ve Yükseliş" döneminin ürünü olan Stefan Zweig, bir yandanRönesans'ın ve onun has çocuğu Erasmus'un büyük mirası olan Batı Hümanizmi'ni tam olaraközümsemiş, aynı mirasın bir başka temsilcisinin ve yaratıcısının, Montaigne'in düşünsel eğitimindengeçmiş kimliğiyle –bu kimliği yüzünden Zweig, ölümünden sonra çoğu çağdaşlarınca "SonAvrupalı" diye anılacaktır–, öte yandan da bu kimliğin doğal Rönesans uzantısı olanaraştırmacılığıyla, sözünü ettiğimiz dönemin gerçek önderlerinden biridir.
Psikoloji alanında, Freud öncesinden Freud'a ve ondan sonrasına uzanan çok geniş bir birikimesahip olan Zweig, dünya edebiyat tarihinde biyografi türünün en büyük birkaç ustasından olmasını daözellikle bu birikimine borçludur. Çünkü belli dönemlerin, tarihe geçmiş kişilerden yola çıkılarak veo kişiler açısından anlatılması diye tanımlayabileceğimiz biyografi türünün başarısı, ele alınankişilere ilişkin psikolojik çözümlemeler aracılığıyla tarihe "onlar açısından bir bakış"ın ne ölçüdegerçekleştirilebildiğinden bağımlıdır.
Stefan Zweig, bu bağlamda biyografi türünde yakaladığı ustalığı biyografi dışındaki anlatılarınınkarakterlerini oluştururken de sergiler. Örneğin bu açıdan bakıldığında, yazarın en ünlübiyografilerinden Marie Antoinette ile Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu adlı uzun öyküsünün adsızkahramanı arasında çok ilginç bir koşutluk vardır;
gerek Marie Antoinette'in Habsburg'larınViyana'daki sarayları Schönbrunn'dan Paris'te, Versailles Sarayı'ndaki Fransa kraliçeliği tahtınauzanan yolu, gerekse andığımız öyküdeki bilinmeyen kadının inanılmaz bir aşkın örgüsüneyerleştirilmiş olan kaderi aynı taşlarla, her iki karakteri oluşturan psikolojik özelliklerle veaşamalarla örülmüştür. Bu örgüler okura Marie Antoinette örneğinde, Büyük Fransız Devrimi'ninhemen öncesinde ve gerçekleşme sürecinde dünya tarihinin çok önemli bir dönemini, yazarınnitelendirmesi ile "sıradan bir karakterin portresi" aracılığıyla ve portrede resmedilen kişininkarakter özellikleri temelinde sunulur.
Burada Zweig'ın sözünü ettiği "sıradan bir karakter", FransaKraliçesi Marie Antoinette'e aittir; gerçekten de Marie Antoinette sonunda merdivenlerini çıkacağıtaht bağlamında kendisini aday kılacak hiçbir niteliğe ve özelliğe sahip değildir. On sekizinci yüzyılsonlarının çalkantılı Fransa'sında o, ancak hep aklına estiğini yapan, bulunduğu yer bakımındanhiçbir sorumluluk duygusu taşımayan, zengin bir sosyete kadını olmaya aday bir kişiliktir ve yoluna"devrim" gibi sıra dışı bir olay çıkmasa, bu sıradanlık onu taşıyanın eceliyle ölümüne kadar varlığınıhiç sarsılmadan sürdürebilecektir. Ne var ki, adına "devrim" denilen olay, zengin bir sosyete kadınıiçin suçlanan hiçbir yanı bulunmayan bir hayatın milyonların kaderine hükmeden bir mevkide,kraliçelik tahtında oturan bir kadın için ne büyük bir yıkıma sürüklenişin kaynağı olabileceğini çokacı bir biçimde kanıtlar.
Ancak iktidarın zirvelerinde iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiçumursamayan bu kraliçe, iktidardan düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakterözellikleri sergiler; devrim mahkemesinin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç ödünvermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan bir kimliği geridebırakıp, çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak karşımıza çıkar. Zweig'ınifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini Avrupa'nın ve halkının gözünde gelmiş geçmiş sayılıiktidar sahiplerinden biri kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette'e ancak ölüme uzananyolunda yardımcı olabilir.
Görünüşüyle ve eylemleriyle hep sıradanlık izlenimini yaratmış bir kişilikte gizli olan bu karakterözelliklerini bir biyografi çerçevesinde böylesine ustaca işleyebilmek, ancak Stefan Zweig'ınpsikoloji birikimine sahip bir yazarın üstesinden gelebileceği bir iştir.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını ise sadece uzun bir mektubun yazarıolarak tanırız. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun"gönderen"inin adı verilmemiştir. Mektubun başında tek bir hitap vardır: "Sana, beni asla tanımamışolan sana". Ayrıca mektupta, adın belirtilmemiş olmasına rağmen, yazanı mektubun alıcısına "onuhep delice sevmiş bir kadın" olarak tanıtabilecek en ufak bir ipucu da bulunmamaktadır. Oysa kadınile erkek –onun kimliği, en azından "roman yazarı R." olarak bellidir– karşılaşmışlardır;
hattakadının genç kızlık döneminde çok kısa süre, birkaç gün ve gece, birlikte olmuşlardır ve bubirliktelikten bir çocuk da dünyaya gelmiştir. Ama buna rağmen mektup boyunca kadının dilegetirdiği şu söylemle hep karşılaşırız: "Sen, beni asla tanımadın!" Buradaki "ben", erkeğe delice âşıkolan "ben"dir ve erkek, onu bu niteliği ile hiç tanımamıştır. Onun için bu "ben", hayatına giren ötekikadınlardan –ki, bunların sayısı hayli kabarıktır!– hiçbir farkı bulunmayan bir bendir
Kadın, kısa beraberliklerinde ona yıllardır âşık olduğunu hiçbir zaman söylemez. Söylediğitakdirde, erkeğe paylaşılmamış bir derin duygudan ötürü sorumluluk yükleyebileceğinden korkar.Zaten ondan bir çocuğu olduğunu da aynı nedenle gizler. Çünkü kadına göre yaşadığı aşk, ancakkarşısındaki erkek tarafından bu boyutta anlaşılabildiği takdirde bir "karşılıklı aşk" olabilecektir. Buolmadığı takdirde kadın, büyük tutkusunu hep bir "bilinmeyen" olarak, yani tek başına yaşamayarazıdır
Görüldüğü gibi, bu olayda dekor olarak bir kraliyet sarayının ihtişamı ve bir çağ değişimininbüyük dalgalanmaları yoktur. Sadece 1920'lerin Viyana'sında sessiz sedasız ve tek taraflı yaşanan biraşkın hüznü vardır. Başka deyişle Zweig, bu metninde aşkın psikolojik çözümlemesini yalnızca tekkişinin iç dünyasından yola çıkarak yapmıştır. Dikkat edilirse, bu cümleyi kurarken "taraflardanyalnızca birinin iç dünyasından yola çıkarak" demedim; çünkü bu aşk öyküsünde "taraflar" değil,sadece tek bir "taraf" var
Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi? Bu, her okurun tek başına cevap vermek zorundaolduğu bir soru ve kanımca hiç de kolay olmayabilir; çünkü Zweig'ın bu metin aracılığı ile insanpsikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa çıkmış olması ve bu yolculuğun sonunda"mutlak aşk" kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması gibi birihtimal de var!
Ahmet Cemal
NOT: kitap da hiçbir değişikliğe gidilmemiştir olduğu gibi yazılmıştır.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Short Story''Sana, beni asla tanımamış olan sana'' ...O zaman, sana göre ölü olduğuma göre, neden ölmekten hoşlanmayayım, sen benden gitmiş olduğuna göre, neden ben artık yoluma gitmeyeyim?... ...Çünkü sen benim için her şeydin, bütün hayatımdın. Benim için he...