BÖLÜM 2: KARAKAN MALİKANESİ

81 16 14
                                    

~•~•~•

KARAKAN MALİKANESİ

Bir milleti yok etmek isterseniz, askeri istilaya lüzum yoktur; tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden soğutmak ve dolayısıyla manevi değerlerini, ahlâkını soysuzlaştırmak yeterlidir demiş Peyami Safa.

Biz yavaş yavaş yok oluyorduk bu topraklar üzerinde, sahip çıkamıyorduk benliğimize. Elimizden bir bir kayıp gidiyordu bize ait olan tüm güzellikler. Direniş yerini kabullenişe bırakıyordu zamanla. Umutlar tükeniyor ve yozlaşmayı normalimiz haline getiriyorduk.

Artık tarih derslerinde, bizim o şanlı tarihimiz anlatılmıyordu. İsmi dahi geçmiyordu, yasaktı. Zaten okula giden Türk kalmış mıydı bu devirde? Sadece Suriyeli erkek çocuklarının mekanı olmuştu okullar. Bilimle yakından uzaktan ilişkisi olmayan, sadece din derslerinin verildiği türbelerden ibaretlerdi. Eğitimsizlik her geçen gün yaşam kalitemizi daha fazla düşürüyordu ve elimizden gelen hiçbir çıkar yol yoktu karşı koymak için.

Hatırlıyorum da, bir zamanlar televizyon kanalları tarih dizileriyle doluydu. Her gece muhakkak biri verilirdi ekrana. Selçuklu, Osmanlı ve daha niceleri. Türk halkı olarak tarihi dizilerden öğrenmeye fazla meraklıydık. Şimdi öğrenebileceğimiz bir kitap bile yoktu elimizde.

Tarih şöyle dursun, yeni doğan Türk çocukları daha kendi dillerini öğremiyorlardı. Türkçe'den uzak yetişiyor ve özlerini yitiriyorlardı. Bu şekilde giderse, birkaç seneye Türkçe konuşan birine rastlamak bir mucizeye dönüşecekti. Bu benim en büyük korkum haline gelmişti artık.

Üç çocuk duruyordu tam karşımda. Sokakta Türkçe şarkı söyledikleri için idama hazırlanan üç çocuk. Yaşları 14, aileleri Türk askeri olduğu için idam edilmiş, küçük yaşta hem yetim hem öksüz sokaklarda kalan ama yine de boyun eğmeyen üç koca yürek. Birazdan boyunlarına geçirilen halatla boğulmayacaklarmış gibi rahat ve başları dik duracak kadar cesaretlilerdi. Onlardan yaşça büyük insanların dahi gösteremeyeceği bir soğukkanlılık ile örnek alınası duruyorlardı.

"Kameralar hazır mı?" diyen Marah Barhum'u başımla onayladım. Tüm üzüntümü gizledim o an. İfadesiz bir maske taktım yüzüme. Onlar gibi vicdansız görünmeye çalıştım. Canım acıyordu ama yapmak zorundaydım. "Evet efendim, canlı yayın beş dakika önce başladı. Sizin konuşmanızdan sonra idam başlayacak."

"Konuşmam hazır mı?" dediğinde, cebimdeki kağıdı çıkardım ve ona uzattım. Alırken bilerek parmaklarını elime değdirmiş ve imalı bir şekilde sırıtmıştı. Elimi kesip atmak istedim o an. Bir daha kullanmak istemedim.

Elindeki konuşma metnine göz attı ve kürsüye doğru ilerledi. Hızlı bir şekilde cebimden telefonumu çıkardım ve Kubat abiden bir bildirim aradım ama yoktu. Hiçbir şey yazmamıştı, aramamıştı. İdam olacağını haber vermiştim, nerede kalmışlardı?

Eğer yetişemezlerse bu üç masum canı kaybedecektik. Bunlar nasıl insanlardı böyle? Hiç mi vicdanları yoktu, hiç mi acı çekmiyorlardı? Gece nasıl rahat uyuyorlardı, nasıl nefes alabiliyorlardı? İnsan değildi ki bunlar, olamazlardı. İnsan dediğin topraktan yaratılan bir et parçasıydı, kendisi gibi olana bu derece hâkimiyet kurup üstünlük sağlayamazdı. Doğanın düzenine tersti.

Marah Barhum kürsüye geçtiği an sessizlik oluştu. Önünde iki kameraman onu çekerken, kürsüye bıraktığı kağıda bakarak konuşmaya başladı. Ülkenin başbakanı kağıda bakarak konuşma yapıyordu, rezaleti düşünebiliyor musunuz? İki kelimeyi bir araya getiremeyen adama ülke emanet etmişlerdi. Yazık, cidden çok yazık.

TEK YÜREK Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin