yirmi yedinci bölüm

1.5K 151 392
                                    

Jisung'un takati kalmamıştı. 

Bahar çoktan gelmişti, ardından yaz, ve çiçekler açmıştı. Köşkün koca bahçesinde şeftali ağaçları, dallarında ağırlaşan meyvelerini döküyordu artık. Anılarında tertemiz hatırladığı bu köşk de, kalan her şey gibi zift karası bir eziyete dönüşüyordu. Güneşin en tatlı pembesiyle yıkanan duvarları arasında olmak yalnız ruhunun yakasına yapışıp boğazını sıkıyordu, geceleri köşkün altında dalgalanan gölün tatlı hışırtıları midesini bulandırıyor, nereye gitse peşinde dolanan muhafızlar kanını tarifi olmayan bir öfkeyle kaynatıyordu.

Jisung bir tek Mireu'yu kollarına aldığında unuttuğu kederini, şimdilerde daha yürümeyi bile bilmeyen oğlu yerine kucaklıyor, emziriyor ve koynunda uyutuyordu. 

Minho gitmişti. Oğlunu ve dadılarını alıp saraya dönmüştü. Jisung ne zamandır içinde ezilmiş kurduyla bağlı olduğu adamı kocaman bir nefretle anıyordu artık. Göğsü sızlıyordu halbuki, yüreğinin kıymıkları kemiklerine batıyordu ve bu amansız bekleyişin orta yerinde delirdiğini hissediyordu.

Zaten Jeongin de öyle söylüyordu. Kafayı yediğini, delirdiğini, gözlerini kapadığında küçük bebeği gibi hissettiren o tüylü oyuncağa sarılmayı bırakmasını söylüyor; geceleri hâlâ Mireu yanında sanıp çığlıklar atarak uyandığında yaşlı gözleriyle onu sımsıkı sarıp göğsünde ağlatıyordu. 

Ve Jisung gitmek istiyordu. Fakat bu köşk hâlâ tatlı oğlunun pudralanmış kokusunu taşıyordu. Minho'nun giyilmiş kaftanları olur da kızgınlığı baş gösterirse diye dolabında asılıydı, zaman zaman esen ansızın bir rüzgar adamın yağmurlu kokusunu göğsüne taşıyordu. Oysa ki Jisung aylardır terk edilmiş diyarlar kadar kurak hissediyordu. 

Lordun onu kafeste bir kuş misali sakladığı kalede geçen o kıyametten farksız günler kurdunu, omegalığını ve bu lanetlenmiş gibi hissettiren bedenini öyle zedelemişti ki; Jisung içtiği şifalı otlardan medet umarak aylarca beklemişti fakat Minho'nun kızgınlığında geçirdikleri geceler bile diriltememişti içindeki çürüyüp kalmışlığı. 

Hekimler kızgınlığa girmenin normalde de aylar sürebileceğinden bahsediyordu, fakat Jisung onları dinlemeyi çoktandır bırakmıştı. 

Artık her şeyiyle eksik hissediyordu. En çok da göğsünden koparılmış Mireusunu bedeninden söküp alınmış bir uzuv gibi arıyordu. Yerine oğlunun oyuncak bebeğini, daha bir iki kez giyilmiş küçük hanboklarını ve süt kokan kundağını koyuyordu fakat hiçbiri dindiremiyordu acının ateşini.

 İşte Jisung tam da böylesi bir cehennemin içinde kemiklerine varana dek yandığını hissediyordu. 

Günler geliyor ve geceler geçiyordu. Bazenleri yalnızlığı hummalı bir ateş gibi sarıyordu bedenini, o zamanlarda Minho'yu bile özlüyordu. Ona uçsuz bucaksız bir sabırla harfleri öğreten Doktor Seungmin'i, şimdilerde akıbetini dahi bilmediği Changbin'i ve kendisi kadar kadersiz Hyunjin'i düşünüyor fakat eninde sonunda Minho'ya dönüyordu.

"Beni incittiği kadar incinsin istiyorum." diye fısıldadı, Jeongin'in onu dikkatlice oturttuğu banyo teknesinin orta yerinde, bacaklarına sarılmış ve tir tir titriyordu.

"Benim canımı yaktığı kadar kaybetsin aklını." 

Küçük olan ağzı damgalanmış kadar sessiz, yalnız lavantalı suları abisinin omuzlarından döküyor ve hoş kokularla yıkıyordu tenini. Jisung'u teselli edecek mecali kalmamıştı artık, onu kırıp dökecek şeyler söylemekten de çekiniyordu. 

"Gönderdiği mektupları isterse kanıyla yazsın, bir tanesini bile açıp okumayacağım." dedi Jisung, akşamın gölgeleri çıplaklığında yüzüyor ve banyoda yakılmış mumlar kavruk tenini bal gibi parlatıyordu. Jeongin sessizce iç geçirdi, köpürttüğü fırçayı omeganın derisi altında kımıldanan omuriliği boyunca kaydırarak arındırdı tenini.

eyes like rain | minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin