yirmi ikinci bölüm

1.6K 186 379
                                    

Lee adıyla kutsanmış hanedanda bir soylu isyanı, ayaklanmış lordlar ve yakılmış köprüler, yüzlercesi katledilmiş ve binlercesi hala direnen hainler, kılıcın ucunda kan ve kanın altında toprak... Koca bir adamla çocuğun kavgası, bu sinsi ayaklanmanın dillere pelesenk olmuş, fısıltılarla ağızdan ağıza bulaşan adı.

"Majesteleri, Kim ve Ming hanedanının gönderdiği destek birlikleri Kuzey diyarındaki isyancıların önünü kesmiş vaziyette."  

Komutan Bang, dövüşün ve bu barbarca savaşın eskittiği suratında, dışarıda yağan karlardan da soğuk bakışıyla dikilmiş kralının karşısına. Ağır zırhı ve nasırlı avucunu belki de günlerdir terk etmeyen kılıcı var üstünde, bir de altın sarısı gözlerini bulandıran kapkara kasveti.

"Peki ya isyancıların başı?" 

Minho, kral çadırına çökmüş karanlığı deşip geçen mumların ince ışığında dinliyordu onu. Dönüp duran ayakları daireler çiziyor ve masasının kıyısında geziniyorken, ateşin bağrında çıtırtılarla tutuşmuş çam odunlarından saçılan tatlı bir kızıla boyanmıştı keskin suratı. 

"İsyancı lordların her birinin başı için ayrı ödül kondu. General Lee bütün bunlardan bir haber olduğunu söyleyerek merkezdeki birliğe teslim oldu ancak oğlu, Lord Minhyuk hâlâ kayıp. Öldüğün farz edenler olmuş lakin yeni savaş bakanı isyanın ilk gününden beri ortada yok." dedi komutan, sesinden sökülen nefreti parça parça dağılıp suratını bürüyor ve soğuktan çatlamış dudaklarını sızlatan bir tiksintiyle kırıştırıyordu ağzının kenarını.

"Bu isyanda parmağı olduğu su kadar berrak ve onun zehirli aklının türlü hainliklere gebe olduğu da apaçık ortada, ölmüş olamaz. Ansızın kayboluşunun altında başka bir şeyler yatıyor."

Minho, aralarına serin bir rüzgar misali örtünecek sessizliklerine kapılmadan önce keyifsizce homurdandı. Döktüğü onca kanın kızılına bulanmış gözleri ucunda yanıp sönen ışıklar, uçuşan güveler ve mavi gözlü bir omeganın hatırası asılıydı. Derin iç geçirişleriyle masasına döndü, "Saraydan bir haber var mı?" diye sordu diğerine, komutanın sükuta bürünmüş dudakları bir müddet sessiz kaldı. Sonra, "Annenizin şahsınıza yolladığı kuzgunlarda ne yazıyorsa, o." dedi adam.

Sustular, çadırın dışında esip gürleyen ve kulaklarına soğuk uğultular eken gecede ikisinden başka kimseler yoktu sanki. Kış mevsiminin soğuk nefesleri ve fırtınalarla savrulan karın fısıltılarına karışıyordu Minho'nun süklüm püklüm kelimeleri. 

"Yarın sabah güzergah değiştirip Ölü Vadi tarafına geçeceğiz, astlarına haber ver. Bütün birlikler hazır olsun." diye buyurdu ve komutan gür bir nidayla kabul etti ona emredileni. "Çıkabilirsin şimdi."

Böylece gitti Chan, onun kapısı ucunda dikilen iri gövdesi yerine çabucak yaverinin uzun bedeni ilişti. "Majesteleri, hekimin hazırladığı çay ve lapa." deyişiyle masası ucuna gümüş bir tepsi yerleştirdi. Sonra kralının karşısına geçip boynunu eğerek bekledi.

"Bunları yiyip içmek zorunda mıyım?" 

Minho, üstünde buharı tüten acı çayı ve bulamaç olmuş lapayı görünce suratını ekşiterek uzandı bardağına. Sivri burnunu kenarına dayayıp kokladı, kara nilüfer özü ve yabani otlarla kaynatılmış sıcak sıvıdan ufacık bir yudum alıp bekledi. "Ne yazık ki mevcut koşulda kızgınlığınızı ve kurdunuzu bastırmanın tek yolu bu ekselansları." dedi adam, kralının cılız küfürler eşliğinde ikinci bir yudum alışını seyretti.

"İşe yaramadığını söyleyemem."

Boğazına bıçak gibi saplanan keskin aromayı yumuşatması umuduyla lapasından bir kaşık aldı. Haşhaş ve tahılın yavan tadı bir nebze olsun dindirdi dilini kavuran sızıyı ve sonra, bu sefer daha büyük bir yudumla yarıladı çayı. "Onun kurdunu hissedemiyorum artık." dedi, bunun pek tabii kaçınılmaz olduğunu biliyordu. Bariz bir savaşın ortasında bir de kurduyla çarpışmanın ne denli tehlikeli sonuçlar doğuracağını, bütün bu otları ve şifalı karışımları almazsa nice felakete sebep olacağını çok iyi biliyordu. 

eyes like rain | minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin