Defne

292 16 8
                                    

Kucağında taşıdığı bebeğinin sesi neredeyse bir saattir çıkmıyordu. Bulabildiği tüm temiz kumaş parçaları ile sarmalamıştı onu. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Acele edip saklanabileceği bir yer bulmalıydı. Bakışlarını telaşla çevresinde gezdirdi. Manzara, güneşin batışının etkisiyle korku filmi sahnesi gibiydi. Sanki dünyaya bir atom bombası atılmıştı. Etrafta tek tük ayakta kalmış kuru ağaçlar, bir iki çalı topağı haricinde bir şey yoktu. Korkuyla bir titreme sardı zayıf vücudunu. Uzun süredir süren kıtlık zamanından yeryüzünde yaşayan herkes gibi o da nasibini almıştı. Yeterli beslenemediğinden ergenlikten çıkamamış zayıf bir çocuğa benziyordu. Kısa kesilmiş bakır renk saçları, iyice rengi kaçmış yuvarlak beyaz yüzü ve iri yeşil gözleri ile erkek çocuklarını andırıyordu. Daha önce yokmuş gibi duran ama yaptığı doğumun etkisiyle hafifçe irileşmiş göğüsleri onun bir kadın olduğunun tek nişanesiydi. Ayağı bir taşa takılınca hafifçe tökezledi. Kucağındaki bebek, bundan hoşlanmamış gibi hafifçe mırıldandı. Çok yorgundu. Ali geldi aklına yine, o yanında olsa bu kadar çaresiz hissetmeyecekti kendini. Yaklaşık iki saattir akşamı geçirebileceği bir yer arıyordu. Şehir merkezinden epey uzaktaydı. Çok gerekli olmadıkça şehre yaklaşmıyordu. Son bir yıldır beş yaşın altındaki çocukların hepsi kaçırılıyordu. Çocuk karaborsası bile vardı. Çeteler ve gececiler çocuğu olan herkesin korkulu rüyasıydı. Kucağındaki bebek şu an dünya üzerindeki en değerli şeylerden biriydi. Onun varlığından haberdar olsalar hemen onu Defne'nin elinden alırlardı. Niyeti hem kendini hem de bebeğini hayatta tutmaktı.

Hava yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Gündüz aşırı sıcak, geceleri ise dondurucu soğuk oluyordu. Ateş yakıp ısınmak artık bir hayalden ibaretti. Ateş yakar da yerini belli ederse gececilerin baskınına uğrayabilirdi. Böyle bir tehlikeyi yanında bebeği varken asla göze alamazdı. Derin bir iç çekti. Ayakları artık ona isyan etmeye başladı. Midesinden gelen ses, beslenmesi gerektiğini hatırlattı ona. Sırtındaki çantada, iki gece yetecek kadar yiyeceği vardı. Günde sadece bir kez yemek yiyebiliyordu. Yalnız olsa bu durumdan şikâyet etmezdi ama emzirmek zorunda olduğu bebeği ne yazık ki bu durumu anlayamazdı. Her emzirmeden sonra bitkin düşüyordu. Bebekleri beş gün önce, sekiz aylık doğmuştu. O zaman Ali yanındaydı. Suyu gelmeye başladığında hava şu anda olduğu gibi yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. İlk sancısının başlamasıyla, acı dolu iki saatin sonunda, nihayet kızlarını kucaklarına alabilmişlerdi. Yaşadıkları onca olumsuzluğa rağmen bebeği yine de yaşıyordu. Doğuma hazırlıksız yakalanmışlar, saklanacak bir yer bulamamışlardı. Doğum sonrasında ise Defne o kadar bitkin düşmüştü ki ayağa kalkacak gücü kalmamıştı. Gece soğuyan havadan ve doğum esnasında çok fazla kan kaybettiğinden vücut sıcaklığı iyice düşmeye başlamıştı. Ali ateş yakamayacağını biliyordu ama acilen bir şeyler yapması gerekiyordu. Defne ve bebeği bulabildiği en büyük kayanın yanına kadar taşımıştı. Sırt çantalarında bulunan alüminyum battaniye ile onları sarmış üzerine ise her tarafında avuç içi büyüklüğünde delikler bulunan kahverengi battaniyeyle iyice kamufle etmişti. Defne'nin hatırladığı son şey Ali'nin ona en kısa sürede döneceğini söylemesiydi. Ona, gitme, demek istemiş ama gırtlağından tek bir söz çıkmamıştı. Bu Ali'yi son görüşü olmuştu. Bebeğinin gece boyunca bir iki kere ağladığını ve annelik içgüdüsüyle onu göğsüne yanaştırıp emzirdiğini hayal meyal hatırlıyordu. Orada Ali'nin dönmesini umarak tam iki gün beklemişti. Azalan yiyecek ve su stoku ona orada daha fazla oyalanamayacağını anlatmaya yetmişti. Az da olsa kendini toparlayan vücudu ve bebeğinin varlığına alışabilmesi için belkide en doğru şeyi yapmıştı bekleyerek.

Kısacık bir duraksamanın ardından ileride görünen tepeye doğru yürümeye devam etti. Şansı yaver giderse saklanabileceği bir oyuk bir delik bulabilirdi. Hava iyiden iyiye kararmadan tepeye varınca şansın bugün ondan yana olduğunu anladı. Gündüz rahatlıkla görülebilecek ama gece onu gözlerden rahatça saklayabilecek olan oyuğun girişine doğru ilerledi. Sessizce içeri süzüldü. İçinden dualar etmeye başladı. Onun için sessiz olmak sorun değildi ama kucağındaki bebeğin tam bu anda ağlaması içeride olabilecek herhangi bir tehlikeye karşı onu savunmasız bırakabilirdi. Neyse ki kızı sanki tüm bu yaşananları anlıyormuş gibi sessizce uyumaya devam etti. İçeride kesif bir hayvan kokusu vardı. Çok da uzak olmayan bir zamanda burada bir hayvanın kaldığı belli oluyordu. Etrafta birkaç kemik parçası vardı. Şansı varsa o hayvan bu gece bu yuvayı kullanmak için geri gelmezdi. Çok büyük olmayan oyuğa şöyle bir göz gezdirip güvenliğinden emin olduktan sonra yavaşça kıymetli yükünü bırakabileceği bir yer aradı. Ayağı ile yerdeki taş parçalarını iterek kızını yavaşça yere bıraktı. Sırtında taşımaya alıştığı çantasını gürültü yapmadan yere koyduktan sonra hemen kızının yanına oturarak bağdaş kurdu. Yavaş ve sessiz hareketlerle çantayı açtı. Amacı kızını beslemeye başlamadan önce kendi karnını doyurabilmekti. Çantasında gittikçe azalan erzakının bulunduğu göze elini sokarak içini karıştırdı. İstemsizce iç geçirdi. Eline gelen kırık dökük bisküvi paketini çıkartıp dikkatlice ambalajını açtı. İçinde kırıntı şeklini almış bisküvi parçalarının yere dökülme riskini göze alamazdı. Tam yirmi dört saattir bir şey yememişti. Elindeki bisküvileri, Ali geçtikleri bir kasabada bulduğu ve takas etmek amacıyla sakladığı telsiz bataryalarını vererek birkaç tarihi geçmiş konserve ve bisküvilerle değiştirerek almıştı. Uzun zamandır yedikleri en güzel yiyeceklerdi. İşaret parmağı ve başparmağı ile yakaladığı bisküvi kırıntılarını ağzına götürdü. Hemen çiğneyip yutmak isteyen içgüdüsüne karşı çıkarak hafifçe dili ile damağı arasında sıkıştırdı parçaları. Ağzının içerisine yayılan o enfes tat karşısında derin bir iç geçirdi. Elini her uzattığında çıkan hışırtı sesleri ona evinin huzurlu ortamındaymış gibi bir his vermişti. Gözlerini kapatarak ve hayal kurarak yemeğini iştahla yemeğe devam etti. Çabucak biten bisküvi paketini dikkatle yerden kaldırıp kalan ufacık kırıntıları avucunun içine dökmek için silkeledi. Dökülen bir iki kırıntıya üzüntüyle bakarak diliyle avucundakileri yaladı. Midesinden gelen ve doymadığını anlatan gurultuya kulaklarını tıkadı. Çantasının içinde bulunan su matarasını çıkarıp alışkanlıkla salladı. Amacı ne kadar kaldığını anlamaktı. En kısa zamanda su bulması gerekiyordu. Matarasında yarısından biraz daha fazla suyu vardı. Matarayı kaldırıp üç küçük yudum aldı. Kolunun tersiyle ağzını silip kapağını kapattı. Şimdi sıra kızındaydı. Ellerini uzatarak sessizce yanında uyuyan kızını dizlerinin üzerine aldı. Yavaşça yüzünü örten bez parçalarını kaldırdı. Şaşılacak derecede huzurla uyuyan kızına baktı. Dünya üzerinde ondan güzel bir şey olamazdı herhalde. Sevgiyle küçük yüzünde gezdirdi işaret parmağını. Hemen kafasını parmağa doğru döndürerek cevapladı onu küçük kız. Minik suratı uyandırılmaktan hiç hoşlanmadığını anlatır gibi buruştu. Gülerek tepkilerini izledi Defne. Alışkın hareketlerle bebeğini göğsüne yaklaştırdı. Küçük kız kafasını heyecanla hareketlendirerek annesinin göğüs ucunu ağzıyla yakalamaya çalıştı. Amacına ulaşınca sakinleşerek tatlı mırıltılar eşliğinde emmeye başladı. Emzirme olayının bu kadar can yakıcı olacağını hiç bilmiyordu. Her şeye rağmen kızının karnının doyacağını bilmek her türlü eziyete değer diye düşündü. Hava iyiden iyiye soğumaya başlamıştı. Elini çabuk tutması gerekiyordu. Hemen çantasını karıştırarak sırt çantasına yığın halinde dizdiği bezlerden birini çıkartarak kızının altını değiştirdi. Bezler onu bir hafta kadar idare eder gibiydi. Sonrasını ise zamanı gelince düşünürdü artık. O kadar yorulmuştu ki hemen uyumak istiyordu. Hazırlıklarını yaparak oyuğun duvarına sırtını yasladı. Küçük bebeğini kucağına alarak göğsüne yatırdı. Battaniyeler ile iyice sarınarak üzerlerini örttü. Bıçağını hemen botunun boğazına sokuşturmuştu. Küçük silahı ise yün örme ceketinin cebindeydi zaten. Etraf o kadar sessizdi ki yavaş yavaş içi geçmeye başladı.

Işığın MührüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin