( Poker Gecesi... )
Böyle bazı kelimeler vardır hayatın içerisinde sürekli kullanırız ve anlamlarını bildiğimizi sanırız. Bazen de o kelimelerin gerçek anlamlarını tüm benliğimiz ile hissederiz ve sanki o kelimeleri yeniden tam manasıyla öğreniriz. İşte o anlardan birindeydim. İnsanlığın başından beri her insanın yaptığı gibi bilemediğim bir şeyden, anlayamadığım bir şeyden korkmuştum. Hiç karşılaşmadığım bir şey ile karşılaşmıştım ve aslında çaresizliğimden korkmuştum. Bu çaresizlik kendini savunamayacak olmak falan değildi bu arada. Kendini savunmaya geldi mi herkes beyninde varlığından bile haberi olmayan ve hiç bilmediği bir yerleri aktive ederdi ve sonucun ne olacağı da bütün taraflar için de yarı yarıya olurdu. Bazen olmaz denilen olurdu, yapılamaz denilen yapılırdı, eski hikayeler buna benzer örneklerle dolu değil miydi?
Ben ateşe bakarak küçülmüş battaniyemin içinde böyle düşüncelere dalmışken, Yiğit yanıma geldi. Banyolar yapılmış, kıyafetler ev haline geçmiş, kirpi gibi dik altın rengi saçlar dikeltilmişti. Sanırım onun saç taraması böyle tarif edilebilirdi. Battaniyemin önünü açtı...
Başını eğmiş benim yüzüme sanki beni arıyormuş da bulamıyormuş gibi soran gözlerle bakıyordu. Sonra usul usul konuşmaya başladı.
- Yağmur, battaniye bizi soğuktan koruduğu gibi, sıcaktan da korur. Yani yalıtım malzemesidir. Bırak ateş seni ısıtsın. dedi.
Öyle bir şefkat ile konuşmuştu ki, içimde bir yerler eridi. Elim ile elini tuttum. Çocuk ufak tefek gibi ve her an bir zarara uğrayacakmış gibi kırılgan duruyordu ama elleri ufak değildi, neredeyse benim ellerim kadar vardı, sıcaktı eli ve kuvvetliydi. Yani Yiğit'i saran bu illüzyon ancak çok yaklaştığınızda bozuluyor ve hiç te göründüğü gibi olmadığı da şaşkınlıkla anlaşılıyordu.
Ancak, Yiğit sizin kendisine o derece yakınlaşmasına müsade ederse buna şahit oluyordunuz. Bu sebeple belki de Yiğit'in girdiği ortamlarda pek kimse Yiğit'i ciddiye almıyordu. Mesela okulda! Ufak, tefek, sıska, katiyen tehdit olamayacak sıradan evet aradığım kelime sıradan biri gibi duruyordu herkes için. Elimi sıkarken, kuvveti ise beni şaşırtıyordu.
- Yağmur halen titriyor senin elin. Bu kadar mı üşüdün sen? dedi bu sefer daha da düşünceli bir ses tonuyla.
Sonra cevap vermemi beklemeden, sırtımda ki battanyeyi açtı ve çok yakınıma oturdu, battaniyenin yarısını da kendi sırtına altı, böylece aynı battaniyenin altındaydık. Battaniyenin altında iki eliyle elimi ovup ısıtmaya çalışıyordu. Yiğit, aramıza katıldığından beri en azından hepimizin beraber olduğu ortamlarda henüz kimseye bu derece yakınlık göstermemişti. Sonra yakından yine yüzüme baktı.
- Yağmur artık korkutmaya başlıyorsun beni. Yüzün kağıt gibi bembeyaz. Gözlerin de çok hüzünlü, ne oldu anlatır mısın? Ne yapabilirim ben senin için... dedi.
Yine fısıldayarak konuşmuştu. Kimse bizi duysun istemiyordu, sonuçta benim de bir gururum vardı ve sanırım o da buna buna saygı duyuyordu. Mutfaktan Çağan ile Rüzgar'ın alçak sesle konuşmaları geliyordu. Her ne kadar belli etmeseler de o ikisinin de çok özel bir dostlukları vardı. Basit bir nefret ile başlamış bir dostluk ama çok yol almış bir dostluk. Mesafeli ama çok ta samimi.Başımı ateşten önüme indirdim. Ben de fısıldayarak, Mağara nın girişinde gördüklerimi anlattım. Yere paralel uzun ama yüksekliği kırk yada elli santim olan karanlık yarığın içinde, Mağaranın girişinden yansıyan, akşam üzerinin cansız ışığında boğazı parçalanmış, kanı oraya akan keçiyi ve arkasında karanlığın derinliklerinde parlayan ve beni izleyen bir çift sarı gözü. Başka bir şey yok. Dişler yok, ne bileyim bir hayvan suratı yok, sadece parlayan o gözler. Saklanmayı, dikkat çekmemeyi çok iyi bilen ama aynı zamanda da tehlikeli olan gözler. Sonra aklımdan geçenleri anlattım.
- En arkadaydım... Herkes mağaradan çıkmıştı. Tek başımaydım. Orada eğer bir şey olsaydı, sizin geri gelmeniz, içeride ne olduğunu anlamanız zaman alacaktı. Yani bir yerden yardım gelmeyecekti. Keçi gibi dar bir karanlığa çekilecektim, o dar yerde mücadele edebilecek miydim?
Hayatım boyunca böyle bir durumda kalırsam, çok sağlam bir savaş vereceğimi falan söylemiştim kendime. Bu düşünceler ne büyük bir çocuklukmuş... Ne kadar yanlışmış bu düşünce ve doğrusu ise karşımda ki her neyse tüm hayatını böyle avlanarak geçirmiş. Benden çok daha tecrübeli ve her şeye daha fazla hakim. Doğanın onu donattığı silahlarının her türlü kullanımını en ince detayına kadar öğrenmiş. Bizim tırnaklarımız bile yok, düşünsene! Kendi yarattığımız güven ortamında, evrim gereği azı dişlerimiz bile ufaldı, kısaldı ve keskinliğini kaybetti hatta ufalmaya da devam ediyor. Yani ısıramayız bile ki karşı tarafın derisi zaten sert ve kalın. Yani muhtemelen. Kasaturamı çıkarttığımı anlattım ama ne yapacağımı bile bilmediğimi söyledim. Batırılır mı, kesilir mi? Nereye batırılması lazım? Elimde ki soğuk çelik sadece bir kürdan kadar becerikli benim ellerimde.
Ben izlendiğimi bilerek oradan hızlıca geçmeye çalışırken, arkamdan gelir mi? Üstüme atlar mı? Ben hızla oradan geçtiğimi sanırken aslında gayet yavaş geçtim. Zaman yine yavaşladı yada ben çok hızlı düşünüyordum. Kronos'a mı sövmeli bilemedim. O kadar çok şeyi bilemedim ki o an, bildiklerimin hiç bir değeri kalmadı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
FIRTINA, Sezon VII
Teen FictionFırtına Seni Çağırınca, Sezon VII Kapıyı açar açmaz kar ve buz arasından Rüzgar eve girdi ve hemen arkasından da kapıyı sıkı sıkı kapattı, sırtında da bir kamp sırtçantası vardı. Çantayı ağır hareketler ile kapının yanına attı, kalın botlarını çıkar...